WhatsApp

Fas Turizm Blog

Şafşavan Şehir Rehberi

Şafşavan Şehir Rehberi

Chefchaouen’in Büyüsü ve Neden Gidilmeli? Fas’ın kuzeybatısında Rif Dağları’nın eteklerinde gizlenmiş olan Chefchaouen (yerel adıyla Şafşavan), masalsı atmosferiyle gezginleri büyüleyen bir “mavi şehir”.Her yer öylesine mavi boyalı ki bir süre sonra gözleriniz binalara mı yoksa gökyüzüne mi baktığınıza şaşırabilir; sanki mavi bir denizin derinliklerine dalmışsınız hissine kapılırsınız. Bu benzersiz şehir, duvarlarından merdivenlerine, kapılarından çeşmelerine kadar mavi ve beyaz tonlara boyanmış evleriyle “Mavi İncisi” olarak anılıyor. BBC, Chefchaouen’in büyüleyici mavi manzarasını “yeryüzündeki cennet” ve “çölün ortasında bir okyanus” olarak nitelemiş. Gerçekten de Chefchaouen, telaşlı Fas metropollerinden uzak, sakin ve huzurlu yapısıyla zamanın yavaş aktığı, ziyaretçilerine rahatlama fırsatı sunan bir vaha gibi. Chefchaouen’e adım attığınızda ilk fark edeceğiniz şey, kentin rüya gibi görsel çekiciliği kadar sıcak atmosferi olacaktır. Daracık sokaklarda amaçsızca dolaşırken her köşe başında yeni bir görsel şölen sizi bekler: Bazen duvarlardan sarkan renkli çiçekler, bazen mavi boyalı kemerli geçitler, bazen de oturan bir Faslı amcanın sizi selamlayan bakışı… Bu şehirde en güzel anlar “kaybolduğunuzda” karşınıza çıkar. Hiçbir anıt veya müze gezmeseniz bile Chefchaouen’in büyüsü, medinasının (eski şehir) içine girip labirenti andıran mavi sokaklarında başıboş dolaşırken hissedilir. Maviye boyalı merdivenlerden çıkıp inerken, duvar diplerindeki büyük saksılarda yetişen begonviller ve fesleğenler arasında yürürken, yol kenarındaki seyyar satıcıdan taze sıkılmış portakal suyu alıp serinlerken bulursunuz kendinizi. Etrafta dolaşan sevimli kediler, etraftan yükselen nane çayı kokuları ve uzaktan gelen hafif bir Arap müziği sesi, Chefchaouen’in huzurlu ruhunu tamamlıyor. Neden Chefchaouen’e gitmeli? Fotoğraf tutkunları için adeta bir cennet: Instagram’ın yıldızı olmuş bu kentte her adımınız bir kartpostal karesi.Kültür ve tarih meraklıları için ise Chefchaouen, Endülüs’ten Fas’a uzanan ilginç hikâyesiyle keşfedilmeyi bekleyen bir hazine. Yeme-içme tutkunları, Fas mutfağının özgün tatlarını (özellikle taptaze keçi peyniri ve baharatlı yöresel yemekleri) burada tadabilir. Maceraperestler ve doğaseverler, çevresindeki dağlarda yürüyüşe çıkabilir, şelalelere gidebilir. Şehrin büyüsü herkese göre bir şeyler sunuyor: Romantik bir kaçamak arayan çiftlerden sırt çantalı gezginlere, doğa yürüyüşçülerinden Instagram sevdalılarına kadar herkes Chefchaouen’de kendini mutlu hissedebilir. Son yıllarda Chefchaouen dünyanın dört bir yanından turist çeken popüler bir destinasyon haline geldi. Bir zamanların “hippi” sığınağı olan şehir, bugün Kuzey Fas’ın en turistik kenti durumunda. Yine de Chefchaouen, kalabalıklara rağmen özgün ruhunu korumayı başarmış. Dağlarla çevrili konumu sayesinde, Marrakech veya Fes gibi büyük şehirlerin koşuşturmacasından uzak, daha yavaş ve huzurlu bir atmosfer sunuyor. Burada satıcılar daha az ısrarcı, hayat ritmi daha sakin, insanlar güler yüzlü ve misafirperver. Mavi sokaklarında gezinirken zamanın yavaşladığını, hatta durduğunu hissedeceksiniz. İşte bu yüzden Chefchaouen’e gitmeli: Bir masal diyarında gezinir gibi hissedip, hem gözlerinizi hem ruhunuzu dinlendirmek için! Chefchaouen, küçük bir dağ kasabası olmanın ötesinde, tarih sayfalarında önemli yeri olan bir şehir. Kuruluşu 1471 yılına dayanıyor: Endülüs’ten (İber Yarımadası’ndan) kaçan Müslümanlar (Muriskolar) ve Yahudiler, Kuzey Fas’ta bir sığınak ararken bu dağlık bölgeye yerleşip Chefchaouen’i kurmuş. Şehri kuran liderin, Meknes kökenli Emir Ali bin Raşid El-Alami olduğu ve ilk başta Portekizlilere karşı bir kasaba (kasbah), yani kale-yerleşimi inşa ettiği bilinir. Sonraki yıllarda 1492’de Reconquista ile İspanya’dan kovulan yüzlerce Müslüman ve Yahudi aile Chefchaouen’e akın etmiş, kendi mahallelerini kurmuş ve Endülüs mimarisiyle şehri zenginleştirmiştir. Bu sebeple Chefchaouen’in eski kent mimarisinde Endülüs etkisini açıkça görmek mümkün: Beyaz badanalı duvarlar (sonradan maviye dönecek), kırmızı kiremitli çatıları ve avlulu evleriyle Endülüs tarzı yapıların Rif Dağları’nın berberi mimarisiyle harmanlandığı bir doku oluşmuş. Şehir yüzyıllar boyunca dış dünyaya kapalı kalmış, izole bir yapıda yaşamıştır. Hatta Chefchaouen uzun süre kutsal şehir kabul edilip, yabancıların girmesi yasaklanmıştı. Rivayet odur ki, 1920’lere dek Chefchaouen’e izinsiz giren Hristiyan yabancılar ölüm cezasına çarptırılabilirdi. Bu kapalılık sayesinde şehir, geleneksel yapısını korumuş ve dış etkilerden uzak kalmıştır. Ancak 20. yüzyılın başında Fas’ın paylaşılmasıyla Chefchaouen’in kaderi değişir. İspanya, 1920 yılında bölgeyi himayesine alarak Chefchaouen’i İspanyol Fası topraklarına kattı. İspanyol işgali sırasında şehir stratejik bir ileri karakol olarak kullanıldı; Rif Savaşı yıllarında Chefchaouen çeşitli çatışmalara da tanık oldu (hatta 1925’te şehir, yanlışlıkla Amerikalı pilotların bombalamasına maruz kalmıştır – hüzünlü bir tarih detayı). İspanyol egemenliği döneminde şehirde İspanyol kültürünün etkileri görüldü; örneğin günümüzde yaşlı nesilden bazılarının Fransızcadan çok İspanyolca konuşması bu geçmişin mirasıdır. Nitekim Chefchaouen ve çevresi, 1920-1956 arasında İspanyol kontrolünde kaldığı için bugün sokakta size Fransızca yerine İspanyolca seslenenler çıkarsa şaşırmayın. Fas’ın 1956’da bağımsızlığını kazanmasıyla Chefchaouen de yeni kurulan Fas devletinin parçası oldu. Ancak bu küçük dağ şehri kendine özgü çok kültürlü mirasını hep korudu. Bir zamanlar Yahudi cemaati de barındıran Chefchaouen’de Yahudi kültürünün izleri bulunur; örneğin eski Yahudi mahallesi (Mellah) ve bir Yahudi mezarlığı halen mevcuttur. Yahudi nüfusun büyük kısmı İsrail kurulduktan sonra göç etmiş olsa da, Chefchaouen’in mavi rengine ilişkin anlatılarda onların bıraktığı miras önemli yer tutar (bir sonraki bölümde bu konuya değineceğiz). Ayrıca şehir, 1960’lı yıllarda hippilerin uğrak yeri olarak ünlenmişti. O dönemde Rif Dağları’nın esrar (kenevir) üretimiyle de meşhur olması, sırt çantalı hippie gezginleri Chefchaouen’e çekiyordu. Günümüzde de geleneksel olarak çevredeki köylerde kenevir tarımı yapılıyor ve kentte dolaşırken size sık sık “Halis Fas haşişi ister misin?” diye fısıldayan gençlere rastlayabilirsiniz. Ancak seyahat dergisi ciddiyetimizi koruyarak uyaralım: Fas’ta uyuşturucu kullanımı ve bulundurmanın cezaları çok ağır, bu tekliflere karşı dikkatli olunması gerekir. Tüm bu tarihi katmanlar Chefchaouen’i zengin bir kültürel mozaiğe dönüştürüyor. Şehirde Arap, Berberi (Cebeliye) ve Endülüs etkileri iç içe. Yöre halkı hem Arapça hem de Berberice konuşuyor; yaşlı nesil arasında İspanyolca bilenler de var. Sokaklarda gezerken bir duvarda Arapça hat sanatıyla yazılmış bir dua görüp birkaç adım sonra Endülüs stili ferforje bir pencere demiriyle karşılaşabilirsiniz. Tarihin cilvesine bakın ki, bir zamanlar yabancılara kapalı olan Chefchaouen, bugün ekonomisinin büyük bölümünü turizme dayandıran ve dünyanın dört bir yanından gezginleri ağırlayan bir misafirperverliğe kavuşmuştur. Geçmişteki gizemli ve kapalı kimliği, şimdilerde yerini sıcak bir “hoş geldiniz” kültürüne bırakmış durumda. Yine de sokaklarında dolaşırken Chefchaouen’in tarihinde barındırdığı o mistik havayı hissetmek mümkün – adeta duvarlar kulağınıza geçmişin hikâyelerini fısıldıyor. Şehrin Mavi Sokaklarının Anlamı Chefchaouen denince akla ilk gelen elbette ki maviye boyalı sokakları. Peki bu şehir neden mavi? Bu sorunun tek bir cevabı yok; tam tersine, birbirinden ilginç rivayetler ve teoriler var. İşte Chefchaouen’in mavi sırrına dair en yaygın anlatımlar: Yahudi Geleneği: En çok kabul gören teori, Chefchaouen’deki evlerin 1930’lu yıllarda Yahudi cemaati tarafından maviye boyanmaya başladığı yönünde. 1492’de İspanya’dan kaçıp buraya yerleşen Yahudiler, yaklaşık 400 yıl sonra (1930’larda) şehirde tekrar canlanmaya başlayan Yahudi cemaati ile birlikte evlerini maviye boyamış olabilir. Yahudi inancında mavi renk gökyüzünü ve cenneti sembolize eder; Tanrı’ya yakınlığı ve özgürlüğü hatırlatır. Bir rivayete göre ilk bir Yahudi sakin evinin duvarlarını gökyüzü mavisine boyamış, ardından diğer Yahudi komşular onu örnek alarak tüm mahallenin rengini değiştirmiş. Yahudiler bu mavi rengi ayrıca Müslümanların kullandığı yeşilden farklılaşmak için tercih etmiş de olabilirler. Nitekim bir söylenceye göre Yahudi mahalleleri kendilerini çevreleyen Müslüman mahallelerden ayırt etmek amacıyla evlerini özellikle maviye boyamaya başlamışlar; o dönemde İslam dünyasında kapı-pencere doğramalarında yeşil renk yaygınken Yahudiler kendi mahallelerinde maviyi seçmiş. Mavi renk dalga dalga tüm şehre yayılmış ve Müslüman halk da zamanla evlerini maviye boyamaya girişmiş. Sonuçta şehir genelinde mavi ton hakim olmuş. Sivrisinek ve Akrep Teorisi: Bir diğer popüler açıklama ise tamamen pratiktir: Mavi rengin haşereleri uzak tuttuğu inancı. Özellikle açık mavi veya turkuaz tonlarının sivrisinekleri ve hatta akrep gibi zararlıları kaçırdığı yöre halkınca dile getirilir. Rivayete göre akrepler mavi rengi ateş sanıp yaklaşmazmış, sivrisinekler de su zannedip uzak dururmuş. Bilimsel olarak mavi boyanın içine karıştırılan bazı maddelerin (mesela o dönem boyalara katılan kireç ve bakır sülfat gibi) böcek kovucu etkisi olabileceği öne sürülüyor. Ayrıca mavi renk güneş ışığını yansıtarak evlerin içini serin tutmaya yardımcı olur, nemli ortamlarda sivrisinek üremesini azaltır denir. Hangisi doğru olursa olsun, bugün şehirdeki serin mavi tonlar gerçekten de yazın sıcaklarında ferahlatıcı bir etki yaratıyor ve belki istenmeyen haşerelere karşı da bir nebze koruyordur. Estetik ve Turizm: Bazıları ise daha basit bir neden ileri sürüyor: Güzellik için! Şehrin kurulduğu ilk asırlarda evler aslında bembeyaz kireç badanalıymış. Nitekim yaşlı bir Chefchaouen'li, eskiden tüm evlerin beyaz olduğunu, mavi modasının görece yeni bir gelişme olduğunu teyit etmiş. 1970’lerden itibaren Chefchaouen’e gelen turist sayısı artınca, şehrin esnafı ve sakinleri de turistik ilgiyi canlı tutmak adına her yeri maviye boyayarak bu marka rengini benimsemiş olabilir. 2010’larda Lonely Planet rehberinin bir sayısında Chefchaouen’in mavi merdivenleri kapak fotoğrafı olunca tüm dünyada birden “Mavi Şehir” furyası başladı ve Chefchaouen ününe ün kattı. Bu da belki şehrin daha da maviye boyanmasını teşvik etti. Bugün yerel yönetim de bu görsel kimliği korumaya özen gösteriyor. Yılın belirli zamanlarında evlerin dış cephelerinin tazelenmesi için mavi boya dağıtıldığı, halkın da evlerini yeniden boyadığı biliniyor. Gezerken bazı sakinlerin kapı önünde ellerinde fırçayla duvarlarını boyadığını görürseniz şaşırmayın – Chefchaouen’de mavi bir yaşam biçimi adeta. Tonlarca Mavi: Chefchaouen’de gezerken mavi rengin de onlarca tonuna rastlıyorsunuz. Indigo, kobalt, turkuaz, bebe mavisi, elektrik mavisi… Gözleriniz adeta mavi bir renk kartelasının içinde dolaşıyor. Güneşin durumuna göre renkler değişiyor; sabahın yumuşak ışıklarında pastel maviler öne çıkarken, öğlen güneşinde canlı kobaltlar parlıyor, akşamüstü gölgelerinde menekşe eflatununa çalan tonlar bile görünüyor. Evlerin alt kısımları bazen daha koyu maviye boyanmışken üstler beyaza yakın açık mavi olabiliyor – bu da sokaklarda büyüleyici bir degrade (açık-koyu geçiş) efekti yaratıyor. Bazı kapılar parlak gök mavisi, bazı merdiven basamakları masmavi, bazı pencere pervazları ise neredeyse morumsu lacivert… Mavi bir rüya içinde geziniyormuş gibi hissetmek işten bile değil. Sebebi ne olursa olsun, Chefchaouen’in mavi sokakları kente eşsiz bir karakter kazandırıyor. Bu renk seçimi kentin hem kültürel mirasını (Yahudi ve Endülüs etkisini) hem de coğrafi koşullarını (sıcak iklim, haşerat) yansıtıyor olabilir. Bir gerçek var ki, maviyle yıkanmış bu labirent sokaklar ziyaretçilerin zihnine kazınan unutulmaz bir tablo oluşturuyor. Mavi şehir, misafirlerine huzur veren ve adeta gökyüzüyle yeryüzünün buluştuğu bir atmosfer sağlıyor. Burada gezerken kendinizi bulutların üzerinde yürür gibi hissederseniz şaşırmayın! Chefchaouen her ne kadar bir “anıtsal eserler şehri” olmasa da, görülmeye değer pek çok köşesi ve sembolik yapısı var. Aslında bu şehirde gezilecek yerleri bir listeye sığdırmak zor; zira en güzel deneyim, plan yapmadan medinanın (eski şehir surları içindeki mahalle) mavi sokaklarında başıboş dolaşmak. Yine de kaçırılmaması gereken belli başlı yerleri ve deneyimleri şöyle sıralayalım: 1. Medina (Eski Şehir): Chefchaouen’in kalbi, surlarla çevrili eski şehir yani medinasıdır. Medinaya on farklı kapıdan giriş yapılabilir; bu kapılardan geçerken sanki zamanda yolculuk yapıp geçmişe adımınızı atmış olursunuz. Medina içinde geniş araç yolları yok; sadece yaya yolları, merdivenli dar sokaklar ve küçük meydancıklar var. Burası adeta mavi tonlarda bir labirent. Labirent dediysek korkmayın, medina oldukça küçük olduğu için gerçekten kaybolmanız zor; birkaç tur attıktan sonra muhakkak başladığınız yere yakın bir noktaya çıkıverirsiniz. Medina sokaklarında gezinirken yapmanız gereken en iyi şey “plan yapmamak”! Rüzgar sizi hangi sokağa savurursa oraya gidin; belki bir duvar dibinde halı dokuyan bir kadın göreceksiniz, belki bir köşede toplanmış sohbet eden yaşlıları… Chefchaouen’in ruhu, medinasının her köşesinde hissediliyor. 2. Uta el-Hammam Meydanı: Burası medinanın tam merkezi, Chefchaouen’in yaşam damarlarından biri. Adını eskiden burada bulunan bir hamamdan alan Uta el-Hammam Meydanı, çevresinde kafeler, lokantalar ve dükkanlar bulunan genişçe bir meydan. Günün her saati hareketli; sabahları kahvaltı eden turistler ve yerliler, öğleden sonraları gölgede nane çayı yudumlayan insanlar, akşamları ise restoran masalarını dolduran kalabalık… Bu meydan hem turistlerin buluşma noktası hem de yerel halkın vakit geçirdiği bir alan. Meydanda oturup soluklanmak, bir yandan çayınızı kahvenizi yudumlarken etrafı izlemek çok keyifli. Seyyar satıcılar taze badem, fıstık ya da incir satmak için dolaşır; fotoğrafını çekmek isterseniz bazen ufak bir bahşiş isteyebilirler. Uta el-Hammam aynı zamanda iki önemli yapıya ev sahipliği yapar: Bir yanda Kasbah (kale), diğer yanda Büyük Cami (Ulu Camii) bu meydanda yer alır. 3. Kasbah (Kal’a) ve Müzesi: Meydanın batı kenarında yükselen Kasbah, Chefchaouen’in 15. yüzyılda inşa edilen tarihi kalesidir. Şehrin kurucusu Ali bin Raşid tarafından yaptırıldığı düşünülen bu kale, Endülüs ve Fas mimarisinin karışımıyla inşa edilmiş kalın duvarlara ve bir iç avluya sahip. Giriş ücretli ve içeride küçük bir etnografya müzesi bulunuyor. Müze, Chefchaouen ve çevresinin kültürüne dair eserler barındırıyor: Yerel kıyafetler, el yapımı silahlar, müzik aletleri, eski fotoğraflar vb. Kasbah’ın avlusu da çok hoş; ortasında bir bahçe ve havuz var. Kalenin burçlarına çıkmaya izin veriliyor, özellikle kale kulesine tırmanırsanız ödülünüz muhteşem bir panoramik manzara olacak: Mavi medina ayaklarınızın altında uzanıyor, arka planda yemyeşil Rif Dağları… Fotoğraf tutkunları için harika bir kadraj noktası. Kasbah, bir dönem hapishane olarak da kullanılmış (hatta 1920’lerde Rif Cumhuriyeti lideri Abd el-Krim bir süre burada tutsak edilmiş). Tarih kokan bu kale, Chefchaouen’in geçmişteki stratejik önemini hatırlatan bir yapı. 4. Grande Mosquée (Ulu Camii): Uta el-Hammam Meydanı’na bakan bu cami, 15. yüzyılda şehrin kurucusu Ali bin Raşid tarafından yaptırılmıştır. Fas’ın diğer şehirlerindeki ulu camilere kıyasla oldukça mütevazı bir yapı olsa da, sekizgen minaresiyle dikkat çeker – Fas’ta pek alışık olmadığımız bir mimari detaydır bu. Minarenin sekizgen planlı oluşu Chefchaouen’i özel kılan ayrıntılardan. Caminin dış cephesi de diğer binalar gibi açık mavi-beyaz. Cami, Müslüman olmayan ziyaretçilere kapalı (Fas genelindeki uygulama gereği), ancak dışarıdan görmek bile yeterli. Özellikle akşam ezanı vakti minareden yükselen ezan sesi, meydandaki uğultuya karışarak mistik bir atmosfer yaratıyor. Cami çevresinde kuşlar uçuşur, avlusunda genelde güvercinler yemlenir. Bu cami, Chefchaouen’in kurulduğu ilk yıllardan kalan ve hala ibadete açık olan ender eserlerden biri olmasıyla önemli. 5. Medina Sokakları ve Kapıları: Chefchaouen medinasının on adet kapısı olduğu bilinir. Bunlardan en meşhuru muhtemelen Bab el-Ain (Ayn Kapısı) ve Bab Suk (Çarşı Kapısı) gibi girişler. Kapılardan birinden içeri adım attığınızda, mavi dar sokaklar sizi karşılar. Sokaklar arası geçitler, küçük kemerli tüneller, merdivenler… Hepsi birbirine bağlanır. Özellikle fotoğraf meraklıları için Derb el Assri adlı sokak çok popülerdir – burası Lonely Planet’in kapağına çıkan meşhur mavi merdivenli sokaktır. Merdiven kenarlarında renk renk saksılar, duvarlarda işlemeli mavi kapılar, her an fotojenik bir arka plan sunar. Bu sokakta günün belli saatlerinde (özellikle 10:00’dan sonra) fotoğraf çekmek isterseniz kuyruğa girmeniz gerekebilir; tur grupları ve Instagram meraklıları sırayla poz veriyor oluyorlar. Sabah çok erken gelirseniz gölgede kalıp karanlık olabilir, öğlen ise ışık çok sert. Öğleden sonra yumuşak ışıkta belki en iyi kareleri yakalarsınız ama bu kez de kalabalık artıyor. Yine de erken kalkıp gün doğumuna yakın saatlerde medina sokaklarında yürümek şahane bir deneyim – turistler uykudayken mavi şehir uyanıyor, esnaf dükkanını açıyor, sakinlik içinde yerel halkın günlük koşuşturmasını izliyorsunuz. Lavanta kokusu, sabah serinliği ve mavi duvarlardan yansıyan ilk ışıklar ruhunuzu dinlendirecek. Bu arada medinanın bazı ikonik fotoğraf noktaları yerel halk tarafından özenle dekore edilmiş durumda. Mesela bir evin duvarına asılmış rengarenk hasır şapkalar ve çantalar güzel bir fon oluşturuyor. Bu gibi noktalarda fotoğraf çekerken dikkat: Buralar aslında birer özel mülk veya dükkan önü, dolayısıyla fotoğrafınızı çektikten sonra ev sahibi ya da dükkan sahibi bir bahşiş talep edebilir. Instagram’da çok görülen bazı “mavi fonlu sahneler” Chefchaouen’de ücretli olabiliyor – birkaç dirhem ödemek gerektiğini unutmayın. Örneğin duvarında mavi göz figürü olan bir evin önünde fotoğraf çekenlerden küçük bir bahşiş beklendiği biliniyor. Ama merak etmeyin, medinada ücretsiz harika köşeler de sayısız. Her adımda yeni bir çekim noktası keşfedeceksiniz. Medinanın en sonunda, tepeye yakın kısımda Ras El Maa yönüne çıkarken Place El Haouta adında küçük bir meydancık da var – ortasında mavi boyalı bir çeşme/çardak bulunuyor, etrafı kafelerle çevrili bu alan da güzel fotoğraflar sunuyor. Fakat asıl cezbedici olan, bu meydanın etrafındaki sakin ara sokaklar; kalabalıktan uzak, tertemiz mavi duvarlar arasında kendi masalınızı yaşayabilirsiniz. 6. Ras El Maa Şelalesi: Medinanın doğu ucundan hafif yokuş aşağı yürüyerek yaklaşık 5-10 dakikada Ras El Maa denilen küçük şelaleye varılıyor. “Ras El Maa” Arapçada “suyun başı” anlamına geliyor – gerçekten de dağdan gelen bir su kaynağının şehir kenarına döküldüğü nokta burası. Çok büyük bir şelale beklemeyin; aslında bir nevi pınar ve minik çağlayan diyebiliriz. Su berrak ve soğuk, yıl boyu akıyor. Şelalenin döküldüğü yerde kadınlar için yapılmış eski çamaşırhaneler var: Geleneksel taş yıkama olukları halen kullanılıyor. Bugün bile bazı yerel kadınların burada çamaşır yıkadığına şahit olabilirsiniz. Bir yandan çamaşırlarını tokmaklarla döverek yıkayan, bir yandan sohbete dalan kadınlar, size geçmiş zaman sahnelerini anımsatacak. Hatta kimi turistlerin fotoğraf çekmek istediğini fark eden bazı kadınlar, poz verip bahşiş talep edebiliyormuş – vermek ya da vermemek size kalmış elbette. Ras El Maa’nın suyu öylesine soğuk ki, yerliler yazın bu suya karpuz ve içecek atıp soğutuyorlar! Siz de sıcak bir günde ayakkabılarınızı çıkarıp ayaklarınızı buz gibi suya sokarak serinleyebilirsiniz. Şelalenin hemen yanında küçük bir kafe var; şelale manzarası eşliğinde kahve içmek isteyenler burada mola veriyor. Burası hem turistlerin hem de yerellerin buluştuğu bir nokta gibi. Ayrıca Ras El Maa’dan şehir manzarası da görülmeye başlıyor, fotoğraf için güzel bir açı sunuyor. 7. Jemaa Bouzafar (İspanyol Camii): Ras El Maa’dan patikayı takip ederek medina dışına çıkar ve karşı tepeye doğru yürümeye devam ederseniz yaklaşık 20-30 dakikada Jemaa Bouzafar adı verilen küçük camiye ulaşırsınız. Bu yapı, halk arasında İspanyol Camii diye biliniyor çünkü 1920’lerde bölgeyi kontrol eden İspanyollar tarafından kilise olarak inşa edilmiş ama hiçbir zaman tam olarak kullanılamadan terk edilmiş bir yapı. Sonradan minare eklenip camiye benzetilmiş. Aslında ibadete açık değil; harabe halde bir yapı. Ancak bulunduğu tepe, Chefchaouen’e kuşbakışı bakmak için en ideal yer. Özellikle gün batımı vakti, hem yerel halk hem turistler buraya akın eder. Güneş dağların arkasına doğru inerken Chefchaouen şehri altın sarısı bir ışıkla boyanır – mavi evlerin üzerindeki bu altın parıltı görülmeye değer. Çimenlik tepeye oturup manzarayı izleyen insanlar, hafif esen dağ rüzgarı ve uzaktan gelen ezan sesi bu deneyimi unutulmaz kılar. Fotoğrafçılar tripodlarını kapıp burada pozisyon alır, gün batımının her anını ölümsüzleştirmeye çalışır. Dikkat edin, gün batımı sonrası hava kararmadan geri dönmek gerek, patika aydınlatmasız ve kayalık olabiliyor. Yine de bu kısa tırmanış kesinlikle değiyor; belki Chefchaouen’den aklınızda en çok kalacak an, bu tepeden seyrettiğiniz gün batımı olacak. Ayrıca sabah erken çıkıp gün doğumu manzarası izlemek de bir seçenek, şehir bu kez mor ve pembe tonlara bürünüyor. Chefchaouen’i çevreleyen tepelerden birinde yer alan “İspanyol Camii” (Jemaa Bouzafar), gün batımında hem turistlerin hem yerel gençlerin buluştuğu bir seyir noktasıdır. Bu terk edilmiş cami, şehir merkezine yaklaşık 30 dakikalık bir yürüyüş mesafesindedir ve tepeden tüm Chefchaouen’in altın ışıklar altında parıldayan manzarasını sunar. 8. Place Mohammed V (V. Muhammed Meydanı): Medina surlarının dışında, yeni şehir kısmında yer alan bu meydan Chefchaouen’in modern merkezi sayılır. Burası İspanyol döneminde “Plaza de España” imiş, şimdi Fas’ın bağımsızlık kralı V. Muhammed’in adını taşıyor. Meydanda küçük bir park, palmiye ağaçları ve etrafında devlet daireleri, bankalar falan var. Ortadaki beyaz gazeboyu (kameriye) göreceksiniz, bu da İspanyolların yadigarı. Meydanın bir ucunda ilginç şekilde bir kilise binası bulunuyor; evet, Chefchaouen’de bir Katolik kilisesi! Aslında şimdilerde kültürel amaçlarla kullanılan bu yapı, 1920’lerde İspanyollarca kilise olarak yapılmış ancak sonrasında kaderine terk edilmiş. Günümüzde sergi salonu veya sosyal merkez olarak değerlendiriliyor. Meydanda akşamları yerel aileler çocuklarıyla dolaşır, dondurma satıcıları tezgah açar. Chefchaouen’in yerel yaşamını görmek için medina kadar bu modern meydanı da görmenizi tavsiye ederiz. 9. Sanatçı Atölyeleri ve Zanaatkarlar: Chefchaouen, birçok sanatçı ve zanaatkara da ilham olmuş bir yer. Medina içinde dolaşırken duvar diplerinde resim yapan genç ressamlara, çömlek tezgahında çalışan seramik ustalarına ya da tahta oymacılara rastlayabilirsiniz. Son yıllarda şehrin turistik cazibesi arttıkça Fas’ın dört bir yanından el sanatları ustaları da burada dükkan açmış. Minik atölyelere girip dolaşmaktan çekinmeyin; ressamlar bazen resimlerini sergiliyor ve satıyor, belki siz de mavi sokaklarda dolaşan cüppeli yaşlı bir adam tablosu alırsınız. Bu şehirde sanat, sokağın bir parçası halinde. 10. Çevredeki Doğa Yürüyüşleri: Chefchaouen, Rif Dağları’nın eteklerinde olduğu için doğa yürüyüşü seçenekleri de mevcut. Özellikle şehir, Talassemtane Milli Parkı’nın yakınında konumlanıyor. Eğer vaktiniz varsa şehirde bir günden fazla kalarak çevredeki doğal güzelliklere günübirlik geziler yapabilirsiniz. En popüler rotalardan biri yaklaşık 45 dakika mesafedeki Akchour Şelaleleri ve Tanrı’nın Köprüsü (Bridge of God) denilen doğal kemer kaya oluşumu. Akchour’da orman içinde yürüyüş yapıp, berrak sularda yüzebilir, görkemli kayalar arasındaki şelaleleri görebilirsiniz. Özellikle yazın sıcaktan kaçmak için harika bir seçenek. Bunun dışında Chefchaouen’den başlayan hafif parkurlar da var; örneğin Jebel el-Kelaa adlı zirveye daha uzun bir trekking yaparak çıkılabiliyor, fakat rehberli olmasını öneririz. Eğer doğa yürüyüşü ilginizi çekiyorsa, şehirdeki acenteler rehberli hiking turları düzenliyor. Chefchaouen’de bir gün daha kalarak hem şehrin tadını doya doya çıkarabilir hem de doğaya karışabilirsiniz. Yeme-İçme Kültürü ve Yerel Lezzetler Fas mutfağı başlı başına bir renk ve aroma şöleni, Chefchaouen de bu şölenin kendine özgü lezzet duraklarına sahip. Üstelik dağ kasabası olması sayesinde bazı özel tatlar burada öne çıkıyor. İşte Chefchaouen’de denemeniz gerekenler ve yeme-içme hakkında ipuçları: Fas Mutfağı Esintileri: Fas mutfağı, Akdeniz’in taze ürünleri ile Doğu’nun baharatlarını harmanlayan zengin bir mutfak. Zeytinyağı, taze sebzeler, deniz ürünleri Akdeniz etkisiyken; kimyon, zerdeçal, tarçın gibi aromatik baharatlar Doğu etkisini yansıtır. Chefchaouen’de bu genel Fas lezzetlerini bulabilirsiniz: Tajine (Tencere yemeği) en meşhurudur – ağır ateşte, konik toprak kap içinde pişen etli veya sebzeli yahni. Tajine burada özellikle keçi eti ile yapılırsa şaşırmayın; zira yöre dağlık olduğu için keçi yetiştiriciliği yaygındır, etinin tadı da güzeldir. Keçi veya kuzu eti, zeytinyağı ve baharatlarla harmanlanıp sebzelerle kısık ateşte saatlerce pişirilir. Yanında buharda pişmiş yumuşacık sebzeler ile servis edilir – tam bir aromalı ziyafet. Yerel Spesiyaliteler: Chefchaouen’e özgü bazı tatlar da mevcut. Özellikle bissara adında bir çorbayı sabah kahvaltıda bile görebilirsiniz: Bu, kuru bakladan yapılan yoğun kıvamlı, zeytinyağı ve kimyonla servis edilen bir çorbadır ve yörede çok sevilir. Sabah serinliğinde sıcak bir kase bissara ve yanında taze ekmek, güne güzel başlamanızı sağlar. Bir diğer yerel lezzet, jben denilen taze keçi peyniri. Chefchaouen’in çevresi keçileriyle meşhur; serbest dolaşan, dağlarda kekik ve otla beslenen keçilerin sütünden yapılan bu yumuşak peynir, hafif tuzlu ve çok lezzetli oluyor. Kahvaltıda bal ve tereyağıyla birlikte taze ekmek üstünde jben peyniri sunulur – kesinlikle tadın deriz. Hatta şehirdeki dükkanlarda vakumlu paketlerde jben satıldığını göreceksiniz, dönüşte götürmek isteyebilirsiniz. Chefchaouen aynı zamanda salyangoz (karakul) yemegiyle de bilinir. Fas’ın genelinde sokaklarda küçük salyangozların baharatlı bir suda kaynatıldığı tezgahlar vardır; Chefchaouen’de de akşamüstü çıkar bu tezgahlar. Bol kimyon, acı biber, rezene ve daha gizli baharatlarla kaynatılan salyangoz çorbası, meraklısına enfes gelir. Küçük bir kase alıp kürdanla salyangozları çıkararak yiyorlar, suyunu içiyorlar. Eğer yeni tatlara açıksanız, bir porsiyon deneyebilirsiniz – yerel halk bayılıyor. Balık ve Deniz Ürünleri: Chefchaouen denizden uzak bir dağ kenti olsa da, Fas mutfağı denince akla gelen bazı balık yemeklerini de bulabilirsiniz. Özellikle tagra adında yerel bir balık güveci var. Bu genelde kil güveçte fırınlanan, domates, biber, zeytin ve baharatlarla tatlandırılan bir alabalık veya benzeri nehir balığı yemeği olabilir (Akchour tarafında derelerde alabalık yakalanır). Tagra, farklı bir lezzet arıyorsanız deneyebilirsiniz. Salatalar ve Vejetaryen Lezzetler: Fas mutfağında salatalar da önemli yer tutar. Salade Marocaine dedikleri Fas salatası; domates, salatalık, soğan, maydanoz, zeytinyağı ve limonla hazırlanan ferah bir salata, yemekte iyi gider. Chefchaouen’de bunun yanında mevsim sebzelerinden zeytinyağlı mezeler de bulabilirsiniz. Ayrıca vejetaryen veya vegan beslenenler için de opsiyonlar var: Sebzeli kuskus, bakliyat çorbaları, zeytin çeşitleri, fasulyeli tajinler vs. üstelik bir sürü taze meyve satıcısı sokaklarda geziniyor. Ekmek ve Hamur İşleri: Fas’ta ekmek kutsaldır, her yemeğin yanında ekmek bulunur. Chefchaouen’in yerel ekmekleri ise odun fırınlarında pişen, yuvarlak ve hafif sert kabuklu harika ekmeklerdir. İçinde katkı maddesi yok, mis gibi buğday kokusunu alırsınız. Sabahları fırınlardan taze ekmek alın, üzerine jben peyniri ve bal sürüp yiyin – işte tam bir Rif kahvaltısı! Ayrıca sokaklarda sabahları msmen (katmerimsi yassı bir hamur işi) veya harcha (irmikli bazlama gibi) yapan satıcılar olabilir. Bunlar da çayla çok iyi gider. Sfenj adı verilen halka tatlı (pişi, donuts benzeri) de sabahları sıcak sıcak bulunabilir, şeker serpip yemek adettir. Baharatlar ve Nane Çayı: Fas mutfağının sırrı baharatlarında. Chefchaouen’de küçük aktarlarda rengarenk baharat yığınları göreceksiniz. Özellikle ünlü Ras el-Hanout baharat karışımını burada da bulabilirsiniz; 30 farklı baharatın harmanı olan bu karışım her dükkanın kendi tarifine göre ufak nüanslarla değişir. Tarçın, zencefil, zerdeçal, muskat, karanfil, kakule gibi baharatların bir araya geldiği Ras el-Hanout, et yemeklerine bir tutam katılıyor ve inanılmaz bir aroma veriyor. Hediyelik de alabilirsiniz, plastik pakette değil de kağıda sarıp veren geleneksel dükkanlardan alın, kokusu daha güzel oluyor. Ve elbette nane çayı (atay)! Chefchaouen’de adım başı bir kafe göreceksiniz ve bu kafelerde mutlaka demliği masada gelen bol naneli, şekerli Fas çayını denemelisiniz. Buranın nanesi ayrı bir güzel, suyu da dağ pınarlarından tertemiz olunca çayın tadı gerçekten farklı geliyor. Bazı kafeler klasik nane (nana) yerine dağ otlarıyla karışık çay sunuyor; mesela yabani kekik, adaçayı gibi bitkiler katarak özel karışımlar yapıyorlar. Plaza Uta el-Hammam çevresinde bazen elinde termosla gezen ve farklı baharatlarla tatlandırılmış özel çaylar satan satıcılar da görebilirsiniz. Bu çayın dumanı tüten bardağını alıp meydandaki bir sedire oturarak etrafı izlemek, Chefchaouen’de yapılacak en keyifli aktivitelerden biri. Önerilen Mekanlar: Chefchaouen küçük yer, restoranların çoğu medina civarında toplanmış durumda. İşte gezginlerden tam not almış birkaç mekan: Bab Ssour: Medina içinde aile işletmesi bir lokanta. Özellikle ev yapımı otantik yemekleri ile ünlü. Vejetaryen dostu seçenekleri de var. Yerel halkın da gittiği, uygun fiyatlı bir yer. Kuskus veya tajin deneyecekseniz burada deneyin deriz.Restaurant Assaada: Bab el-Ain civarındaki bir sokakta, salaş ama çok uygun fiyatlı bir lokanta. Sadece 20 dirheme koca bir tabak kuskus alabilirsiniz. Fiyat uygun diye lezzet zayıf sanmayın, gayet lezzetli ev yemeği tadında. Özellikle Cuma günleri kuskus pişiriyorlar.Casa Aladdin: Uta el-Hammam Meydanı’nda, birkaç katlı teraslı bir restoran. Manzarası harika, terasından meydan ve tepeler görünüyor. Dekoru Alaaddin mağarası gibi otantik. Yemek olarak klasik Fas mutfağı (tajin, couscous) sunuyor, fiyatlar biraz turistik ama ambiyans için değer.Chez Hicham: Fransız mutfağı esintileri taşıyan bir restoran (ismi de Fransız). Terasından medina manzarası var. Tajin ve kebapları iyi, menüde bazı Fransız yemekleri de mevcut (Chefchaouen’de çeşit isteyenlere).Pizzeria Mandala: “Fas mutfağı yeter biraz da pizza yiyelim” derseniz, Mandala sizin için. Şaşırtıcı şekilde Chefchaouen’de İtalyan mutfağı bulmak mümkün. Odun fırınından çıkan pizzaları, lazanyası övgü alıyor. Arada değişiklik iyidir.Cafe Clock Chefchaouen: Aslında henüz Chefchaouen’de açıldı mı emin değilim ama diğer şehirlerdeki şubeleriyle ünlü olan bu kafe/restoran, modern Fas mutfağını genç işi bir ortamda sunan popüler bir mekan. Eğer açıldıysa (yakın zamanda planlanıyordu), deve burgeri gibi ilginç füzyon tatlar bulabilirsiniz. Tatlı olarak da taze meyveler, bal-badem karışımları ya da hamur tatlıları deneyebilirsiniz. Sokakta taze incir ve ceviz birlikte satan amcalardan alıp atıştırmak da keyifli olur. Yemekten sonra bir naneli yeşil çay veya “nous-nous” dedikleri bol sütlü bir espresso (bizdeki melange gibi) alarak yemeğinizi sonlandırın. Chefchaouen’de mide fesadı pek duymayacaksınız; temiz dağ havası sayesinde iştahınız da açık olacak. Afiyet olsun! Alışveriş ve El Sanatları Chefchaouen, alışveriş meraklıları için tam bir cennet sayılabilir. Her ne kadar büyük pazarlara sahip Marakeş, Fes gibi şehirlerin gölgesinde kalsa da, bu mavi şehirde bulacağınız bazı özel ürünler ve el işi eşyalar başka yerde kolay kolay yok. Üstelik bir avantaj: Dükkanlardaki birçok ürün Fas’ın diğer turistik şehirlerine göre daha uygun fiyatlı olabiliyor. Küçük bir yer olması ve rekabetin azlığı sayesinde satıcılar astronomik fiyatlar yerine makul seviyelerde satış yapıyorlar (yine de pazarlık etmeyi ihmal etmeyin tabii). İşte Chefchaouen’den alınabilecekler listesi: 1. Dokuma Ürünler (Kilimler, Battaniyeler): Chefchaouen ve çevresindeki köyler, el dokuması kilimleri ve örtüleriyle meşhur. Medinada gezerken dükkanların önünde asılı renkli kilimler, şallar, örtüler gözünüze çarpacak. Özellikle yerel yün battaniyeler var ki mavi ve toprak tonlarında geometrik desenli oluyor – Rif Dağları’nın Berberi (Cebeliye) kültürünü yansıtıyor. Bu battaniyeler hafif ve sıcak tutar, seccade veya duvar süsü olarak da kullanılabilir. Fiyat sorup pazarlık yapın, çoğu satıcı indirim yapacaktır. Küçük kilimler ise bavula atması kolay harika hediyelikler. Ayrıca yün dokuma pançolar ve şallar da bulabilirsiniz, soğuk dağ akşamları için birebir.2. Deri Ürünleri: Fas geneli gibi Chefchaouen’de de dericilik önemli. Küçük atölyelerde el yapımı deri çantalar, cüzdanlar, terlikler (babouche) bulmak mümkün. Özellikle medinadaki kunduracılar çarşısı benzeri bir bölgede rengarenk deri babuşlar sergileniyor. Buralarda sıkı pazarlık şart ama kaliteli yumuşak deriden bir çift ev terliği alabilirsiniz. Deri sırt çantaları da popüler; üzerinde Berberi motifleri işlenmiş, doğal tabaklanmış deri sırt çantaları Avrupa’da bulacağınızın çok altında fiyata satılıyor. Kokusuna aldırmayın, bir süre havalandırınca geçer. Chefchaouen’de deri ürünlerin çoğu keçi derisinden yapılıyor, bu yüzden dayanıklı ve hafif oluyor.3. Seramik ve Mavi Çömlekler: Şehrin imzası haline gelmiş mavi seramikler de hediyelik için ideal. Küçük tabaklar, kaseler, fincanlar, üzerinde Chefchaouen’in mavi sokaklarını tasvir eden seramik pano süsleri göreceksiniz. Özellikle mavi-beyaz seramik bardaklar nane çayı içerken kullanmanız için güzel bir hatıra olur. Bazı dükkanlarda yerel ustaların yaptığı çini işleri de mevcut. Bunların desenlerinde Endülüs etkisi hissediliyor, geometrik ve çiçek motifleriyle süslüler. Eğer kırılmasın diyorsanız küçük bir buzdolabı süsü veya seramik nazar boncuğu da alabilirsiniz.4. Doğal Sabunlar ve Kozmetik: Chefchaouen’in etrafındaki dağ köylerinde kadınlar ev yapımı zeytinyağı sabunu ve bitkisel kozmetikler üretiyor. Medinada bu ürünleri satan birkaç dükkan var. Özellikle zeytinyağı sabunu, argan yağı, lavanta sabunu, gül suyu gibi doğal ürünler bulunur. Bir de burada kenevirden yapılma kozmetikler gördüm; kenevir yağı kremi vb. satılıyor (tamamen yasal, medikal amaçlı). Cilt dostu ve organik bu ürünler sevdiklerinize farklı bir hediye olabilir. Ayrıca dağ otu karışımları, bitki çayları satılır. Zahter (dağ kekiği), adaçayı demetleri veya Ras-el hanout baharat paketi alıp evde Fas lezzetlerini sürdürebilirsiniz.5. Hasır Ürünler ve Şapkalar: Chefchaouen demişken, Rif kadınlarının hasır şapkalarından bahsetmemek olmaz. Hani şu kenarları ponponlu, rengarenk yün püsküllü geniş hasır şapkalar… İşte onlar yöresel kıyafetin parçası ve turistler arasında çok popüler bir hediyelik. Medina içinde bir sokağın duvarına yüzlerce hasır şapka asılmış dükkanlar var, rengarenk görüntüsüyle insanı cezbediyor. Bir tanesini yaklaşık 30-50 dirheme alabilirsiniz. Ayrıca hasırdan örülmüş el sepetleri, çantalar da mevcut – üzeri yine püsküllerle süslü olanlar tam Instagramlık! Bu sepet ve şapkalar ev dekorasyonunda da harika duruyor.Chefchaouen sokaklarında duvarlara asılmış rengârenk ponponlu hasır şapkalar turistlerin ilgisini çekiyor. Bu geleneksel Rif şapkaları, yerel kadınlar tarafından elde yapılıyor ve hem dekoratif bir hatıra hem de kullanışlı bir güneş şapkası olarak tercih ediliyor. Mavi duvarlar önünde sergilenen bu şapkalar, şehrin el sanatları zenginliğinin sempatik bir örneği.6. Giysiler ve Tekstil: Burada yerel kadınların giydiği çizgili kumaşlardan yapılma örtüler, etekler bulunabilir. Rif bölgesinin kadınları kırmızı-beyaz çizgili kalın örtüleri omuzlarına alır, beline kuşak yapar; bunların küçük boyutlu olanları satılıyor, masa örtüsü veya şal olarak kullanılabilir. Ayrıca Berberi motifli ceketler, pançolar da görebilirsiniz. Chefchaouen’de “djellaba” denilen kapüşonlu geleneksel Fas kaftanları da satılıyor; özellikle soğuk kış günlerinde giyilen kalın yün djellabalar var (krem rengi veya kahverengi çizgili). Bunlar biraz büyük yer kaplar ama ilginç bir hatıra olabilir.7. Sanat Eserleri: Şehrin güzelliği birçok ressam ve fotoğrafçıya ilham kaynağı olmuş. Medina içinde küçük sanat galerileri var. Yağlı boya tablolar arasında en popüler konu tabii ki Chefchaouen’in mavi sokakları. El yapımı bir tablo satın alıp evinize asmak, her baktığınızda sizi bu masal şehre götürecektir. Küçük boyutlu akrilik resimler, suluboyalar ya da karakalem çalışmalar uygun fiyata bulunabiliyor. Ayrıca fotoğraf baskıları, kartpostallar da alabilirsiniz. Hatta medinada gezerken kim bilir, belki bir sanatçıya denk gelir ve size kendi yaptığı küçük bir eskizi hediye eder – burada böyle hoş sürprizler mümkün.Alışveriş İpuçları: Chefchaouen’de alışveriş yaparken pazarlık adettendir. Ancak büyük şehirlere göre satıcılar daha sakin ve ısrar seviyesi düşük. Gene de ilk söylenen fiyata aldanmayın, gülümseyerek karşı teklifinizi yapın. Turistik sezonda fiyatlar biraz artabiliyor, düşük sezonda daha iyi pazarlık yapılabilir. Nakit taşıyın çünkü birçok yer kredi kartı kabul etmiyor. Medina içinde ATM de var ama her zaman çalışmayabiliyor. Alacağınız şeyi iyice inceleyin, el işi ürünlerde ufak kusurlar olabilir; beğendiğiniz tam kusursuz olmayan bir halıysa, bunu pazarlıkta avantaj yapabilirsiniz. Unutmayın, küçük esnaftan alışveriş yaparak ekonomilerine katkı sağlıyor ve el sanatlarının yaşamasına destek oluyorsunuz. Chefchaouen’den alacağınız her bir objenin ardında muhtemelen bir emek hikâyesi var – bu da onları daha anlamlı kılıyor. Konaklama Seçenekleri (Özellikle Riadlar) Chefchaouen küçük bir şehir olabilir ama ziyaretçi popülaritesi nedeniyle konaklama konusunda oldukça çeşitli seçenekler sunuyor. Yaklaşık 40 bin nüfuslu bu şehirde 40’tan fazla otel ve pansiyon olduğu söyleniyor – bu da her zevke ve bütçeye uygun bir yer bulabileceğiniz anlamına gelir. Riad Nedir? Öncelikle Fas’ın genelinde olduğu gibi Chefchaouen’de de konaklama dendiğinde karşınıza sıkça çıkacak bir terim “riad” olacaktır. Riad, geleneksel Fas konukevlerine verilen isimdir. Genelde ortasında açık bir avlusu veya bahçesi bulunan, etrafında odaların dizildiği iki-üç katlı tarihi evlerin otele dönüştürülmüş halidir. Chefchaouen’de birçok eski ev restore edilip riad olarak işletiliyor. Bu riadlar mavi-beyaz seramik işlemeler, ahşap oymalı tavanlar, yerel tarzda dekorasyonlarıyla birer gizli cennet gibidir. Üstelik çoğunun çatı terası vardır ve sabah kahvaltınızı bu terasta, şehrin üzerinden yükselen güneş eşliğinde yapabilirsiniz – müthiş bir deneyim! Medina İçi vs Dışında Kalmak: Chefchaouen’de konaklama mevzusunda ilk karar vermeniz gereken, medina içinde mi dışında mı kalacağınızdır. Medina içinde (eski şehir surları içinde) kalırsanız tüm gezilecek yerlere ve restoranlara adım mesafesinde olursunuz, otelden çıkar çıkmaz kendinizi mavi sokaklarda bulursunuz. Dezavantajı, medina içi tamamen yaya bölgesi olduğundan otele valiz taşırken biraz merdiven inip çıkmak veya aralarda yolu bulmak zor olabilir. Ve çoğu medina içi otel tarihi dar yapılardan dönüştürüldüğü için odalar nispeten küçük olabilir, ayrıca araçla kapısına kadar gidemeyebilirsiniz (genelde medina girişinde bırakıp yürünecek 5-10 dakika yol olur). Buna karşılık medina dışında, yeni şehir tarafında kalırsanız, daha modern oteller bulabilirsiniz; odalar daha büyük, tesislerde havuz, otopark gibi imkanlar olabiliyor. Yeni şehirden medinaya yürüyüş ise sadece 5-10 dakika, yokuş aşağı/ yukarı ufak bir mesafe. Bu tarafta kalmanın artısı, özellikle lüks otel arayanlar için seçeneklerin burada toplanması. Önerilen Konaklamalar: İşte çeşitli kategorilerde birkaç örnek: Dar Besmellah veya Dar Hannan gibi Butik Riadlar (Bütçe-Orta): Medina içinde uygun fiyatlı, temiz ve otantik kalmak isteyenlere bolca seçenek var. Örneğin Dar Besmellah veya Dar Zambra gibi yerler gece kişi başı 20-30€ civarına odalar sunabiliyor. Bu tip konukevlerinde genelde 4-8 oda bulunuyor, hepsi farklı renk ve tarzda döşenmiş. Sabah kahvaltısı genelde fiyata dahil oluyor ve terasta servis ediliyor. Kahvaltıda taze ekmek, reçel, peynir, kahve geliyor – gözünüzde canlandırın, mavi şehir manzarasına karşı serpme kahvaltı! Casa Perleta (Orta Seviye Riad): Türk gezginler arasında da popüler bir riad. Burası da medina içinde, dekorasyonu mavi temalı çok şirin bir konukevi. Özellikle terası gün batımında harika manzaraya sahip. Odaları konforlu ve otantik eşyalarla donatılmış, personel de çok misafirperver deniyor. Çiftler için romantik bir atmosferi var. Dar Echchaouen Maison d’Hôtes & Riad (Üst Orta): Medina surlarının hemen dışında, manzaralı bir noktada konumlanmış. Bir tarafı dağa, bir tarafı şehre bakıyor, müthiş konumlu. Yüzme havuzu bile var, yani bir dağ kasabasında yüzme keyfi yaşatabilir. Odaları oldukça ferah, geleneksel stile sahip ama modern konfor sunuyor. Fiyatlar medina içi basit riadlara göre biraz yüksek (çift kişilik oda 80-120€ arası sezona göre) ama deneyim çok olumlu. Özellikle aileler ve fotoğrafçılar bu yeri seviyor, çünkü şehrin panoramik fotoğraflarını bile otelin bahçesinden çekebilirsiniz. Lina Ryad & Spa (Lüks): Chefchaouen’de gerçek anlamda lüks sayılabilecek az sayıda otel var, Lina Ryad bunlardan biri. Medina içinde ancak büyükçe bir yapıda, spa ve kapalı havuz gibi olanakları olan, şık dekorlu bir otel. Balayı çiftleri veya özel bir kutlama için gelenler tercih edebiliyor. Fiyatlar gecelik 150€ üzeri olabiliyor ama sunulan servis, rahatlık ve manzara üst düzey. Hostel ve Pansiyonlar (Düşük Bütçe): Tek başına gezen sırt çantalılar ya da öğrenciler için de Chefchaouen’de opsiyonlar mevcut. Örneğin Hostel Souika oldukça popüler; medina içinde eski bir yapı, yatakhane tarzı odalarıyla çok uygun fiyata (6-10€ gibi) yatak sunuyor. Atmosferi sosyal ve gençlerle dolu. Ayrıca yine medina yakınında Auberge Casa gibi pansiyon-hostel karışımı yerler de var. Bu tip konaklamalarda banyolar ortak olabiliyor, lüks aramayın ama temiz ve güvenli oluyorlar. Chefchaouen’de konaklama seçerken mutlaka önceden rezervasyon yapmanızı öneririz. Özellikle bahar ve sonbahar aylarında (yüksek sezonda) talep yüksek olabiliyor. Küçük işletmeler olduğundan kapasite sınırlı, geç kalırsanız istediğiniz yerde yer bulamayabilirsiniz. Bir diğer tavsiye, medina içinde kalacaksanız, valizlerinizi daha kolay taşıyabilmek için tekerlekli bavizdense sırt çantası tercih etmek veya en azından bavulunuzu medina girişinde bir baggaj taşıyıcısı yardımıyla otele götürmek. Chefchaouen medinasında gençler el arabalarıyla veya sırtta taşıyarak turistlerin bavullarını otellere taşıma hizmeti sunuyor, birkaç euro karşılığında bu zahmeti onlar üstleniyor. Konaklama konusunda bir güzel taraf da, nerede kalırsanız kalın kendinizi güvende hissedeceksiniz. Chefchaouen suç oranı çok düşük, huzurlu bir yer. Küçük yerde herkes birbirini tanır modunda, turistlere de göz kulak olurlar. Riadınıza gece geç saatte dönerken bile dar sokaklarda endişe etmeden yürüyebilirsiniz (elbette temel dikkatli olma kuralları dahilinde). Ayrıca tesis sahipleri oldukça yardımcı; şehre nasıl gidilir, ne yenir gibi sorularınıza içtenlikle cevap veriyorlar, hatta sizin için tur ayarlamaktan, taksi çağırmaya kadar her konuda destek oluyorlar. Özetle, Chefchaouen’de otantik bir riadda uyanmak seyahatinizin unutulmaz parçalarından biri olacak. Sabaha karşı minareden gelen ezan sesiyle mavi boyalı bir odada uyanıp, avluda kuşların cıvıltısıyla kahvenizi yudumlayarak güne başlamak… Bu deneyim, bir seyahat yazısı okur gibi değil de bizzat bir seyahat masalının kahramanı gibi hissettirecek size. Şehre Ulaşım ve Önerilen Rota Chefchaouen, Fas’ın büyük şehirlerine göre biraz ulaşımı zahmetli bir konumda olsa da, güzelliklere ulaşmak bazen çabaya değer! Şehir, ne yazık ki demiryolu hattında değil ve kendine ait bir havalimanı da yok. En yakın büyük şehirler Tanca (Tangier), Fes (Fez) ve bir ölçüde Tetouan (Tétouan) sayılabilir. İşte Chefchaouen’e ulaşmanın yolları ve öneriler: Türkiye’den Ulaşım: Türkiye’den doğrudan Chefchaouen’e uçuş yok, öncelikle Fas’ın bir şehrine uçmanız gerekiyor. Türk Hava Yolları ve Royal Air Maroc, İstanbul’dan Casablanca’ya direkt uçuyor (yaklaşık 4-4.5 saat). Alternatif olarak son zamanlarda bazı hava yolu firmaları İstanbul’dan Tanca’ya da direkt uçuş planladı (mevsime göre değişebilir, kontrol etmek lazım). Eğer Casablanca’ya uçarsanız, oradan Chefchaouen’e gitmek için önce tren veya otobüsle kuzeye yönelmelisiniz. Casablanca’dan direkt Chefchaouen’e toplu taşıma yok, ama birkaç güzergah izlenebilir: Casablanca -> Tanca -> Chefchaouen: Casablanca’dan Al Boraq hızlı treniyle yaklaşık 2 saatte Tanca’ya ulaşabilirsiniz (Fas’ın ilk hızlı treni, oldukça konforlu). Tanca’dan Chefchaouen’e ise iki ana seçenek var: Otobüs veya Grande Taxi. Tanca şehir merkezindeki otogardan Chefchaouen’e günlük otobüsler kalkıyor (CTM veya yerel kooperatifler). Yolculuk yaklaşık 2.5-3 saat sürüyor. Konforlu bir CTM bileti alırsanız klimalı rahat koltukta manzara izleyerek gidersiniz, ücreti yaklaşık 50-75 Fas Dirhemi (5-7 € civarı). Alternatif olarak Grand Taxi denilen, Mercedes eski model büyük taksiler var; bu taksiler sabit hat gibi çalışır, 6 yolcu dolunca kalkar. Tanca’dan Chefchaouen’e grand taxi ücreti kişi başı ~50-70 dirhem civarı olabilir, pazarlıkla aracı tamamen de kiralayabilirsiniz (özel taksiye döner). Santino adlı gezgin Tanca’dan Chefchaouen’e bu şekilde paylaşımlı taksi ile 7 Euro’dan daha ucuza gittiğini belirtiyor. Yol yaklaşık 112 km, 2 saate varırsınız Casablanca -> Fes -> Chefchaouen: Bir diğer güzergah, Casablanca’dan trenle Fes’e (~4 saat) gidip, oradan Chefchaouen’e geçmek. Fes’ten Chefchaouen’e direkt otobüsler var; CTM ile yaklaşık 4,5 saat sürüyor yol (mesafe ~200 km). Fes-Chefchaouen otobüs bileti ~80-100 dirhem civarı olabilir. Fes’ten özel araçla gitseniz 3-3.5 saatte varılabilir ancak yolun bir kısmı dağlık ve virajlı, kendi araba kiralayacaksanız dikkatli sürmek gerekir. Yine, Fes’ten de grand taxi seçeneği mevcut, ama 4 saat takside sıkışmak pek konforlu olmayabilir. Casablanca -> (Uçak) -> Tanca: Casablanca’ya indikten sonra iç hat uçuşla Tanca’ya geçmek de seçenek (Royal Air Maroc’un seferleri var). Böylece zamandan kazanırsınız. Tanca havaalanından Chefchaouen’e direkt otobüs yok, önce şehir merkezine geçip oradan yine otobüs/taksi yapmanız lazım. Yine de uçak+karayolu kombinasyonu, özellikle zaman kısıtlıysa düşünülebilir. Marakeş’ten Chefchaouen: Fas’ı gezen birçok kişi rotasına Chefchaouen’i de eklemek istiyor. Marakeş’ten mesafe epey fazla (yaklaşık 575 km), bu da otobüsle 10-12 saat demek. O nedenle tavsiyemiz Marakeş’ten doğrudan Chefchaouen’e değil de, Marakeş’ten Fes’e trenle gelip oradan Chefchaouen’e geçmek. Ya da özel bir tur kiralanıp birkaç gün içinde kuzeye doğru gidip yol üstü Meknes, Fes gibi şehirleri de görerek Chefchaouen’e ulaşmak. Bazı seyahat şirketleri Marakeş’ten Chefchaouen’e 2-3 günlük turlar düzenliyor (gece Fes’te kalmalı vs.). Eğer vaktiniz bolsa, oto kiralama yaparak Marakeş’ten yola çıkıp Atlas Dağları’nı aşıp Fes, ardından Chefchaouen yapmak müthiş bir road-trip olur. Fas’ın yolları maceralı olabilir ama manzaralar harika. Araba Kiralama: Chefchaouen’e kendi aracınızla gelmek isterseniz, yollar genel olarak asfalt ve ulaşım mümkün. Tangier-Chefchaouen arası yolun büyük kısmı çift şerit iyi yoldur, sonlara doğru dağ yolu tek şeride düşer ama asfalt kalitesi fena değil. Fes-Chefchaouen arasının ise bir kısmı bozuk ve virajlı olabilir, ama yolda köy hayatı, yeşil vadiler gibi ilginç manzaralar göreceksiniz diyorlar. Araba kiralarken Fas’ta ehliyetiniz geçerli (Türk ehliyeti uluslararası sayılıyor). Otopark Chefchaouen’de medina çevresinde mevcut – surların dışında birkaç “korunan otopark” var, günlük ~20 dirhem gibi bir ücrete arabanızı bırakabilirsiniz. Medina içine araç giremediği için mutlaka dışarıda park etmek gerekiyor, park alanları da Maps.me gibi uygulamalarda işaretli oluyor.
Devamını Oku
Yûsuf ibn Tâşfîn

Yûsuf ibn Tâşfîn

Yûsuf ibn Tâşfîn: Marakeş’in Kurucusu ve Murâbıtlar Devleti’nin Lideri Yûsuf ibn Tâşfîn’in hüküm sürdüğü dönemde Murâbıtlar Devleti’nin en geniş sınırları (yaklaşık 1100 yılı). Yûsuf ibn Tâşfîn (Arapça: يوسف بن تاشفين, d. 1009 – ö. 1106), 11. yüzyılın önemli bir Berberî hükümdarı, Marakeş şehrinin kurucusu ve Murâbıtlar (Almoravîler) hanedanının en kudretli hükümdarıdır. Yaklaşık 1061’den 1106’daki vefatına dek hüküm süren Yûsuf, Kuzey Afrika’daki kabileleri siyasi bir çatı altında birleştirmiş, Mağrib (Fas) topraklarını ilk kez tam anlamıyla tek bir yönetim altında toplamış ve İber Yarımadası’ndaki (Endülüs) Müslüman beldelere müdahale ederek fetihler gerçekleştirmiştir. O dönemde “İki Karanın (Mağrib ve Endülüs) Hükümdarı” olarak anılan Yûsuf, devlet teşkilatı kurmadaki becerisi, askeri zaferleri ve dindar kişiliğiyle Orta Çağ İslam dünyasında derin izler bırakmıştır. Doğumu, Ailesi ve Gençlik Yılları Yûsuf ibn Tâşfîn, Lemtûne kabilesine mensup bir Sanhâce Berberî ailesinin çocuğu olarak 1006-1009 yılları civarında Büyük Sahra bölgesinde doğmuştur. Ailesinin kökeni, günümüzde Moritanya’nın Adrar yöresi olarak bilinen, Sahra Çölü’nün batısındaki Vâdî Nûn dolaylarına uzanır. Babası Tâşfîn bin İbrahim, annesi ise babasının amcasının kızı olan Fâtıma bint Sîr idi. Sanhâce konfederasyonunun bir kolu olan Lemtûne kabilesi o dönemde Sahra’da göçebe bir yaşam sürdürmekteydi ve Murâbıtlar hareketi’nin beşiği bu kabile ittifakı olmuştur. Yûsuf’un doğum tarihi tam olarak bilinmemekle birlikte, bazı tarihçiler onun öldüğü sırada yaklaşık yüz yaşında olduğunu kaydeder ki bu da doğum yılını 1006 civarına işaret eder. Çocukluk ve gençlik yıllarını Sahra’nın sert coğrafyasında geçiren Yûsuf, bedevî hayatının sadeliği ve dayanıklılığıyla yoğruldu. Fiziksel görünümü dönemin kaynaklarınca tipik bir Sahralı olarak tasvir edilir: Orta boylu, zayıf yapılı, esmer tenli, seyrek sakallı ve kıvırcık saçlı; siyah gözlü ve hafifçe kanca biçimli bir buruna sahipti. Mütevazı yaşam tarzını ve kanaatkâr tavrını ömrü boyunca koruduğu, gençliğinde edindiği sade alışkanlıklarını emir iken bile sürdürdüğü belirtilir. Eğitimini büyük ölçüde sahra ortamında, medrese gibi kurumsal ortamlardan ziyade seyyar âlimler ve vaizlerden aldığı sözlü derslerle gerçekleştirdi. Küçük yaşta Kur’an ve temel İslami ilimleri öğrense de, çölde medrese olmadığı için derin bir akademik eğitim almadı; ayrıntılı fıkhî meseleleri dönemin fakihlerine bırakmıştır. Bununla birlikte, Murâbıtlar hareketinin kurucusu olan Abdullah bin Yâsîn’in öğretilerinden nasibini almış, disiplinli ve dindar bir kişilik geliştirmiştir. Yûsuf ibn Tâşfîn’in aile yaşamı ve evlilikleri de siyasi yükselişiyle yakından ilişkilidir. Onun ilk ve en meşhur eşi Zeyneb bint İshak en-Nefzâviyye, zamanının “kadın veziri” olarak anılan akıllı ve nüfuzlu bir kadındı. Zeyneb, Yûsuf’la evlenmeden önce bölgenin önemli liderlerinden birkaçıyla evlilik yapmıştı. Önce Vürîke kabilesi şeyhi Ali bin Abdullah’la, ardından Aghmât Emiri Lekût el-Mağrâvî’yle evlendiği, Lekût’un ölümü sonrası ise Murâbıt lideri Ebû Bekr bin Ömer’le nikâhlandığı bilinmektedir. Ebû Bekr, 1060’ların başında Sahra’ya sefere çıkarken Zeyneb’i boşamış ve “Sen güzelliğe alışkın, narin bir kadınsın; çölün sert hayatına dayanamazsın. Bu yüzden seni boşuyorum; iddetin dolunca kuzenim Yûsuf ile evlen” diyerek onun Yûsuf’la evlenmesini bizzat teşvik etmiştir. Gerçekten de Zeyneb iddet süresi tamamlanınca Yûsuf’la evlenmiş ve 1071’deki vefatına dek Yûsuf’un en büyük destekçisi, devlet işlerinde danıştığı basiretli bir eş olmuştur. Yûsuf’un daha sonra Aişe adında başka bir eşi daha olmuş, ondan Muhammed bin Aişe adında bir oğlu dünyaya gelmiştir. Ayrıca Yûsuf’un bilinen çocukları arasında, ilk göz ağrısı olup Septe (Ceuta) valiliği yapan Temîm, halefi olacak Ali, ordu komutanlarından İbrahim ve Muhammed, ile kızları Kûne ve Rukayye sayılmaktadır. Murâbıtlar Hareketi ve Siyasi Yükselişi Murâbıtlar hareketi, 11. yüzyıl ortalarında Sahra bölgesinde, Berberî kabilelerinin dini ve siyasi bir reform arayışı sonucunda ortaya çıktı. Hareketin manevi lideri ve kurucusu, Güzelûla (Cezûle) kabilesinden gelen Maliki fakihi Abdullah bin Yâsîn idi. 1040’larda Sahra’da tebliğ faaliyetlerine başlayan Abdullah bin Yâsîn, bölgedeki Lemtûne, Cüdâle ve Messûfe gibi Sanhâce kabilelerini birleştirmeye çalıştı. Bu sırada Lemtûne kabilesinin liderleri olan Yahyâ bin Ömer ve onun kardeşi Ebû Bekr bin Ömer de askerî önderlikleriyle harekete katıldılar. 1048 yılı civarında, günümüz Moritanya topraklarında, Sahra’nın batısında kalan bölgede bu kabileler Abdullah bin Yâsîn önderliğinde birleşerek Murâbıtlar adını alan bir ribat (askerî dini tarikat) kurdular. Murâbıt (Arapça: el-murâbit) kelimesi “ribat ehli, sınır boylarında bekleyen gönüllü savaşçı” anlamına gelir; bu isim hareketin hem zahidane dini niteliğine hem de cihad ruhuna işaret etmekteydi. Yûsuf ibn Tâşfîn bu hareket saflarına, en başından itibaren ailevi bağları sayesinde dahil oldu. Lemtûne reisi Yahyâ bin Ömer ile Ebû Bekr bin Ömer, Yûsuf’un baba tarafından kuzenleriydi. Genç Yûsuf, kuzenlerinin davetiyle Abdullah bin Yâsîn’in Sahra’da kurduğu ilk ribat merkezine katıldı ve bu manevî-askerî topluluğun disiplinini benimsedi. 1050’lerin başında Murâbıtlar küçük ama çelik disiplinli bir ordu haline gelmişti. 1054’te Murâbıtların ilk önemli askerî başarısı gerçekleşti: Sahra ile Sudan sınırındaki önemli ticaret kenti Audagost ele geçirildi ve böylece Transsahra altın ticareti güzergâhı kontrol altına alınmaya başlandı. Bunu takiben 1056 yılında Yûsuf ibn Tâşfîn, Murâbıt ordusunun öncü komutanlarından biri olarak Sicilmâse (Sicilmassa) şehrinin fethine katıldı. Sicilmâse, Sahra’nın kuzey kenarında, Tafilalet bölgesinde önemli bir vaha şehri ve ticaret merkezuydu. Bu fethin ardından Murâbıt lideri Ebû Bekr bin Ömer, Yûsuf’u Sicilmâse valisi olarak atadı; Yûsuf burada kısa sürede yetenekli bir yönetici olduğunu göstererek şehrin düzenini tesis etti. Sonraki yıllarda Yûsuf komutasındaki Murâbıt kuvvetleri güney Fas’ın Sûs vadisi ve çevresine doğru ilerledi. Târûdânt gibi merkezleri barındıran Sus bölgesi o dönemde bazı heterodoks akımlara ev sahipliği yapıyordu; nitekim Târûdânt’ta Şiî-Bâtınî eğilimli Becîlîler adlı bir topluluk bulunmaktaydı. Yûsuf Târûdânt’ı fethettiğinde bu Şiî yapıyı ortadan kaldırdı; sağ kalanlar Sünni-Maliki anlayışı benimsemek zorunda kaldı. Murâbıtlar, Sahra’nın kuzeyine doğru ilerleyerek 1057 yılında Atlas Dağları’nın eteklerindeki Aghmât şehrine ulaştılar. Aghmât, o dönemde Marakeş bölgesinde önemli bir ticaret merkezi ve kültür merkeziydi; hem eski bir Hristiyanlık merkezi olarak anılıyor, hem de bir kısım Yahudileşmiş Berberî topluluğuna ev sahipliği yapıyordu. Şehrin hâkimi Lekût bin Yusuf el-Mağrâvî, Murâbıtlara direnemeyeceğini anlayınca kaçıp Tâdlâ bölgesine, Banû İfrân kabilesine sığındı. Yûsuf ibn Tâşfîn Aghmât’ı kolaylıkla ele geçirdi ve hemen ardından Tâdlâ üzerine yürüyerek Lekût’u yakalayıp öldürdü. Bu zaferden sonra, yukarıda bahsedilen evlilik olayı gerçekleşti: Murâbıt lideri Ebû Bekr, Lekût’un dul eşi Zeyneb en-Nefzâviyye ile evlendi; ancak az sonra Sahra’daki gelişmeler nedeniyle yola çıkarken onu boşayıp Yûsuf’la evlenmesini sağladı. 1058-1059 yıllarında Murâbıtlar için zor bir mücadele, Atlantik kıyısındaki Barġavâta emirliği üzerine sefer düzenlenmesiydi. Barğavâta, İslâm etkisinden uzak, kendine özgü senkretik bir inanca sahip bir Berberî prensliği idi ve liderleri geçmişte Salih bin Tarîf adında bir şahsı peygamber ilan etmişlerdi. Murâbıt ordusu Barğavâta üzerine cihad ilan ettiğinde şiddetli çarpışmalar oldu. Bu çatışmalardan birinde, hareketin kurucusu olan Abdullah bin Yâsîn ağır yaralanarak 1059 yılında şehit düştü. İmam Abdullah bin Yâsîn’in ölümü, Murâbıtlar hareketinde önemli bir boşluk yarattı; çünkü o hem dinî liderlik hem de fiilî hüküm yetkisini şahsında birleştirmişti. Onun vefatıyla birlikte, liderlik tek bir kişi üzerinde toplanmasa da Ebû Bekr bin Ömer emirlik makamını devraldı. Bu noktadan sonra, Murâbıtlar arasında “dinî önder” ile “siyasi-askerî önder” ayrımı belirdi ki, bu durum Yûsuf ibn Tâşfîn’in önünü açan bir etken olmuştur. İmam bin Yâsîn’in şehadetinden sonra Murâbıtlar fetihlerine devam ettiler. 1060-1061 yıllarında Murâbıt Emiri Ebû Bekr bin Ömer, bir yandan yeni fethedilen kuzey topraklarını idare etmek, diğer yandan da Sahra içlerinden gelen tehditleri bertaraf etmek zorunda kaldı. Tam bu sıralarda, Murâbıtların öz vatanı olan Sahra taraflarında beklenmedik gelişmeler oldu: Cüdâle ve Lemtûne kabileleri arasında yeniden anlaşmazlıklar baş göstermiş, Murâbıtların Sahra’daki birliği tehlikeye girmişti. Ebû Bekr bin Ömer, güneydeki bu kargaşayı bastırmak için ana ordunun önemli bir kısmıyla 1061 yılında Sahra’ya doğru yola çıktı. Ayrılırken kuzeyde fethedilen toprakların idaresini ve ordunun kumandasını güvendiği kuzeni Yûsuf ibn Tâşfîn’e emanet etti. Bu, Yûsuf için bir dönüm noktasıydı. Artık o, Murâbıtların kuzeydeki uç beyi ve fiilen Fas topraklarının valisiydi. Yûsuf ibn Tâşfîn, Ebû Bekr’in yokluğunda kendisine tevdi edilen yönetim görevini büyük başarıyla yerine getirdi. İlk iş olarak, henüz tam itaat altına alınmamış kuzey Fas bölgelerini düzene sokmaya koyuldu. Merkezi üssü olarak Aghmât’ı kullanan Yûsuf, kabileler arasındaki çekişmelere son vermeye, adil bir idare kurmaya çalıştı. Ayrıca bu dönemde ileride başkent olacak şehri kurmak için stratejik bir mevki arayışına başladı. Efsaneye göre Yûsuf ve kumandanları, Atlas Dağları’nın eteklerinde, sahile ve vaha bölgelerine yakın konumda geniş bir düzlükte karargâh kurdular. 1062 yılı dolaylarında burada askeri bir ordugâh tesis edildi; işte bu ordugâh zamanla Marakeş şehrine dönüşecekti. Marakeş’in kuruluş yeri olarak seçilen saha, dağların vadilerinden çıkan ticaret yolları ile Sahra’dan gelen kervan yollarının kesişim noktasına yakın, stratejik bir konumdu. Başlangıçta basit bir karargâh ve pazar yeri iken, birkaç yıl içinde surlar, binalar ve bahçelerle donatılarak gerçek bir şehre dönüştü. Marakeş, kuruluşuyla birlikte Murâbıtların yeni yönetim merkezi olmuş ve Aghmât’ın yerini almıştır. Nitekim “Marakeş” adı ilerleyen dönemde bütün bir ülkeye (Fas’a) adını verecek kadar önem kazanmıştır. Ebû Bekr bin Ömer, güneydeki iç meseleleri hallettikten sonra 1062 yılının sonunda veya 1063 başlarında Fas topraklarına geri döndü. Ancak döndüğünde kuzeni Yûsuf ibn Tâşfîn’in kuzeyde kazandığı otorite ve elde ettiği başarılar neticesinde iktidarı bırakmaya yanaşmadığını gördü. İki lider arasında bir iktidar mücadelesi yaşanma ihtimali belirmişti. Tarihçiler, bu kritik anda tarafların savaşmak yerine uzlaşıya yönelmesinde Zeyneb en-Nefzâviyye’nin önemli rol oynadığını belirtirler. Rivayete göre Zeyneb, eski eşi Ebû Bekr’e açıkça Yûsuf’u desteklediğini hissettirmiş ve gereksiz kan dökülmesine mani olmaya çalışmıştır. Sonunda Ebû Bekr bin Ömer, kuzeninin elde ettiği başarıyı ve halk üzerindeki nüfuzunu görerek çatışmaya girmedi; iktidarı fiilen Yûsuf’a bırakarak tekrar Sahra’ya yöneldi. Böylece Yûsuf ibn Tâşfîn 1063 yılı itibariyle Murâbıtlar devletinin tek hâkimi konumuna geldi. Ebû Bekr ise güneyde Murâbıt hareketinin ikinci kanadını yönetmeye devam etti. Bu fiili işbölümü yaklaşık 25 yıl sürdü: Yûsuf kuzeyde Mağrib’in fethi ve imarına odaklanırken, Ebû Bekr Sahra’nın güneyinde seferlerini sürdürdü. Yûsuf ibn Tâşfîn, liderliğini pekiştirdikten sonra bir yandan devlet teşkilatını sağlamlaştırdı, diğer yandan da fetihlere devam etti. 1060’ların ortalarından 1070’lere uzanan dönemde Fas’ın kuzeyindeki Fez, Sebte (Ceuta), Tanca (Tanger), Nekur Emirliği ve çevre bölgeler Murâbıt hakimiyetine girdi. Özellikle 1069-1070 yıllarında gerçekleşen Fez’in fethi, Murâbıtlar için dönüm noktalarından biridir. Fez şehri, bölgede Zenâte Berberîlerinin kurduğu eski bir krallığın merkeziydi ve bir süre Murâbıtlara direnmiş, hatta Magrâva ve Zenâte kabilelerinin desteğiyle isyan etmişti. Yûsuf, uzun süren kuşatmalar neticesinde 18 Mart 1070 tarihinde Fez’i ele geçirmeyi başardı. Şehir savaşlar sebebiyle harap olduğundan, fetihten sonra imar faaliyetlerine girişti: Fez’in iki tarihi mahallesi (Küçük Endülüs Mahallesi ve Kayrevanî Mahallesi) birleştirildi, yeni surlar ve kalesi inşa edildi; camiler ve hamamlar yapılarak şehir canlandırıldı. Fez’in yeniden bayındır hale getirilmesi, Yûsuf’un sadece bir fatih değil, aynı zamanda bir devlet kurucusu olduğunun göstergesiydi. Fez’den sonra, 1070’lerin ortalarında Fas’ın kuzeybatısındaki Sefû (Sefrou), Tâza ve Rif bölgesindeki Berberî gruplar Murâbıtlara boyun eğdiler. Yûsuf’un ordusu Atlas Okyanusu’ndan Akdeniz kıyılarına kadar ulaşmış; 1074-1075’te Fas ile Cezayir arasındaki Miknâse kabilelerini ve doğudaki Gırnâta (Cerne) havzasını da kontrol altına almıştır. 1076 yılında Tanca ve çevresi de Murâbıt topraklarına katıldı. Kuzeybatı Afrika’nın büyük kısmı artık Yûsuf’un idaresindeydi. Sadece İspanya’ya çok yakın stratejik limanlar olan Sebte (Ceuta), ve bir süre Tanca gibi bazı sahil şehirleri Murâbıt idaresine girmekte gecikmiş, fakat nihayetinde 1080’lere varmadan bu son kalıntılar da Murâbıt devletine dahil olmuştur. Artık Murâbıtlar, batıda Atlas Okyanusu’ndan doğuda Cezayir’in Tlemsen yöresine kadar uzanan muazzam bir coğrafyaya hükmediyordu. Bu dönemde Yûsuf, “Müslümanların Emîri (Emîrü’l-Müslimîn)” unvanını benimseyerek Abbâsî halifesine bağlılığını bildirdi; Halife adına hutbe okutmakla yetinip kendi adına halife unvanı almaktan kaçındı. Abbâsî Halifesi Müstazhir Billâh da Bağdat’tan gönderdiği bir fermanla Yûsuf’u Mağrib ve Endülüs Sultanı olarak tanımış, böylece Yûsuf’un idaresi meşruiyet kazanmıştır. Öte yandan, Murâbıt devletinin iki kanada ayrıldığı bu süreçte güney cephesinde de önemli hadiseler cereyan etmekteydi. Ebû Bekr bin Ömer, Sahra’nın güneyinde seferlerine devam etmiş, 1076 yılı civarında Batı Afrika’daki ünlü Gana (Gana) İmparatorluğunu mağlup ederek başkenti Kumbî Sâleh’i ele geçirmiştir. Bu zafer, Sahra altı Afrika ile Kuzey Afrika arasındaki altın ve tuz ticaret yollarının Murâbıtlar eline geçmesi anlamına geliyordu. Ancak Ebû Bekr’in 1087’de ölümünden sonra Murâbıtların Sahra ötesindeki kontrolü zayıfladı; Berberî kabileler arasında eski rekabetler yeniden canlandı ve Gana gibi yerel güçler kaybettikleri bölgelerin bir kısmını geri aldılar. Böylece Yûsuf ibn Tâşfîn döneminde Murâbıt Devleti esas olarak Mağrib-i Aksa (Fas) ve Endülüs odaklı bir siyaset izlemeye yöneldi. Nitekim tarihçi Jean Bosch’un belirttiği gibi, 1062-1106 arasında Yûsuf ibn Tâşfîn idaresindeki Murâbıtların tarihini büyük ölçüde “Fas (Mağrib) tarihi” olarak görmek mümkündür. Marakeş’in Kuruluşu ve Başkent Oluşu Murâbıtların başkenti olarak Marakeş’in inşası, Yûsuf ibn Tâşfîn’in en kalıcı miraslarından biridir. Yukarıda değinildiği üzere 1060’ların başında Aghmât yakınlarında kurulmaya başlanan ordugâh, Yûsuf’un ileri görüşlülüğü sayesinde planlı bir şehre dönüştü. Geleneksel anlatılara göre, Yûsuf ve komutanları Marakeş’in yerini belirlerken, bölgenin iklimi ve coğrafi avantajlarını göz önünde bulundurdular. Şehir, Atlas Dağları’ndan inen suların hayat verdiği bir vahaya yakındı ve hem güneyden gelen Sahra kervan yollarının, hem de kuzeydeki Fas şehirlerine uzanan güzergâhların kavşağındaydı. İlk etapta Marakeş bir çadırkent ve pazar yeri gibiydi; fakat Yûsuf ibn Tâşfîn, Ebû Bekr’in yokluğunda geçen iki yıl boyunca (1062-1063) bütün enerjisini bu yeni merkezî ordugâhın altyapısını kurmaya adadı. 1070 yılına gelindiğinde Marakeş artık resmen Murâbıt Devleti’nin başkenti olarak anılmaktaydı. Hatta bazı kaynaklar, şehrin kurucu resmî unvanını Ebû Bekr bin Ömer’e atfetse de, Marakeş’in gelişimi tamamen Yûsuf’un idaresinde gerçekleşmiştir. Şehrin etrafı kerpiçten surlarla çevrilmiş, iç kısımda emir için bir kasr (saray) ve garnizon için kaleler inşa edilmiştir. Zamanla camiler, çarşılar ve kervansaraylar da eklendi. Marakeş, kurulduktan sonraki birkaç on yıl içinde sadece Murâbıtların idari merkezi değil, aynı zamanda İslam dünyasının batı ucunda önemli bir şehir devleti haline geldi. Murâbıt hükümdarları Marakeş’i imar etmeye devam etti ve özellikle sonraki Almohad (El-Muvahhidûn) hanedanı döneminde şehir, görkemli anıtlarla süslenerek büyüdü. Yûsuf ibn Tâşfîn, başkent Marakeş’te idareyi tesis ettikten sonra, burayı hem Mağrib’deki seferlerinin üssü hem de ileride Endülüs’e yapacağı çıkarmaların hazırlık noktası olarak kullandı. Nitekim Yûsuf’un vefatından sonra da Marakeş, Murâbıt ve ardından gelen hanedanların (Muvahhid ve Merînîler) idare merkezi olmayı sürdürmüştür. Endülüs’e Müdahalesi ve Zaferleri Yüzyılın ikinci yarısında, İber Yarımadası’ndaki Müslüman yönetimler (genel adıyla Endülüs), Tavaif-ül Mülûk (Mulûk et-tevâif) denilen küçük ve bölünmüş emirliklere ayrılmış durumdaydı. Bu taife devletleri, bir yandan birbirleriyle rekabet ederken bir yandan da kuzeydeki Hristiyan krallıklara vergi (harac, parias) ödeyerek varlıklarını sürdürmeye çalışıyorlardı. Endülüs’ün en güçlü taifelerinden Sevilla (İşbiliye) Emiri Mu‘temid bin Abbâd, Badajoz (Beleçy) Emiri Mutuvekkil bin Aftas gibi yöneticiler, Kastilya Leon Kralı VI. Alfonso’ya yıllık haraç vermekteydi. Ancak Hristiyan Reconquista (Yeniden Fetih) hareketi hız kesmeden ilerliyordu: Kastilya kuvvetleri 1085 yılında Müslümanların önemli şehirlerinden Toledo’yu ele geçirerek Endülüs’ün kalbine ciddi bir darbe vurdu. Bu durum karşısında, kendi aralarındaki çekişmelere rağmen Endülüs’ün Müslüman emirleri, Kuzey Afrika’daki güçlü Murâbıt Sultanı Yûsuf ibn Tâşfîn’den yardım isteme noktasına geldiler. Rivayete göre, Sevilla Emiri Mu‘temid bin Abbâd, Alfonso’nun Toledo’yu almasının ardından “Ben domuz çobanı olacağıma Afrika’da deve güden biri olurum daha iyi” diyerek Hristiyanların boyunduruğunu reddedeceğini, bunun yerine Berberîlerden yardım istemenin onurlu olacağını dile getirmiştir. Neticede 1086 yılının baharında Sevilla ve Badajoz emirleri, Yûsuf ibn Tâşfîn’e elçiler göndererek Hristiyanların tehdidine karşı acil yardım talebinde bulundular. Bu davet ulaştığında, Yûsuf ibn Tâşfîn de Kuzey Afrika cephesinde önemli bir operasyonla meşguldü: Sebte (Ceuta) şehri hala Murâbıtlara direnmekteydi ve Yûsuf bizzat Sebte kuşatmasını yönetmekteydi. Fakat Endülüs’ten gelen çağrıyı İslam’ın ve Müslümanların korunması için bir fırsat olarak gördü. Dini meşruiyeti vurgulamak adına “gazâ ve cihad” şiarıyla sefere hazırlanmaya başladı. Murâbıtlar’ın saf Sünni-Maliki anlayışını Endülüs’e taşımayı ve bölünmüş Müslümanları ortak düşmana karşı birleştirmeyi hedefleyen Yûsuf, Endülüs seferini bir bakıma “din kardeşlerinin imdadına koşma” misyonu olarak ilan etti. Yûsuf ibn Tâşfîn, yaklaşık 7.000 ila 10.000 kişilik seçkin bir Berberî ordusuyla, 1086 yılı Ekim ayında Kuzey Afrika’dan gemilerle Cebelitarık Boğazı’nı geçti. İspanya kıyısına Algeciras civarından çıkan Yûsuf, Endülüs ordularıyla birleşip doğrudan Kastilya kralının üzerine yürüdü. İki ordu 23 Ekim 1086 tarihinde, Badajoz yakınlarında Zallaka (Sagrajas) denilen mevkide karşılaştı. Yûsuf ibn Tâşfîn, cuma günü gerçekleşen bu muharebede 77 yaşında olmasına rağmen bizzat ordusunun başında “başkumandan” olarak savaşmıştır. Zallaka Muharebesi, İber yarımadası tarihinde dönüm noktalarından biridir. Yûsuf’un stratejisi, kendi birliklerini murâbıtun (ribat ehli) geleneğinin disiplinine uygun bir şekilde düzenlemek ve Endülüslü müttefiklerinin de maneviyatını yüksek tutmaktı. Savaş esnasında Murâbıt ordusunun seçkin birliğini ihtiyatta tutarak düşmanı yıprattı ve uygun anda bu taze kuvvetle Kastilya ordusuna arkadan saldırdı. Sonuçta Alfonso VI’nın ordusu ağır bir yenilgiye uğradı; kendisi canını zor kurtardı. Müslüman kaynakları, zaferin büyüklüğünü vurgularken, bu muharebede Hristiyan ordusunun üçte ikisinin imha edildiğini kaydederler. Zallaka Zaferi, Endülüs Müslümanlarına büyük bir moral sağladı ve Reconquista’nın hızını bir süreliğine kesti. Ancak bu zafer tam manasıyla değerlendirilemedi; çünkü Yûsuf ibn Tâşfîn, çok geçmeden ordusuyla birlikte Fas’a dönmek zorunda kaldı. Rivayete göre en sevdiği oğullarından birinin (Muhtemelen Valîd veya Fadl adlı oğlu) ölüm haberi kendisine ulaşmış, Yûsuf da derhal Mağrib’e dönüp yerini sağlamlaştırmayı tercih etmiştir. Bu sebeple, 1086 sonbaharındaki zaferin ardından Murâbıt ordusu Endülüs’ten çekildi. Düşman kral Alfonso, yaralarını sarma fırsatı buldu ve Endülüs’teki Hristiyan baskısı kısa sürede tekrar hissedilmeye başlandı. Yûsuf, Endülüs işlerini ilk seferden sonra yakından takip etmeye devam etti. 1087-1088 yıllarında Endülüs’teki taife emirleri aralarındaki çekişmelere dönmüş, hatta bazıları Alfonso ile uzlaşma arayışına girmişti. Bu durum Yûsuf’u hayal kırıklığına uğrattı. 1088’de Murâbıt kuvvetleri Endülüs’e geçerek Aledo Kalesi’ni (Murcia civarında, Hristiyanların elindeki stratejik bir mevkii) kuşattılar. Ne var ki, taife kralları arasındaki uyumsuzluk yüzünden kuşatma başarısız oldu; Yûsuf yıl sonunda tekrar ordusunu Afrika’ya çekti. Bu ikinci seferin sonuçsuz kalması, Yûsuf’u Endülüs siyasetinde daha köklü bir müdahaleye sevk etti. Taife emirlerinin gevşekliği ve Hristiyanlarla iş birliğine meyletmeleri karşısında, Yûsuf “Endülüs’ü kurtarmanın yolunun bu ufak emirliklere son verip doğrudan idareyi üstlenmek olduğunu” düşünmeye başladı. Bu amaçla Bağdat’taki ulemadan ve Mağrib’teki kadılardan fetvalar topladı. Nitekim önde gelen Maliki alimler, “Taife melikleri dinin ve vatanın maslahatı için azledilebilir” mealinde fetvalar vermişlerdi. Özellikle Gırnata ve Mâlaga’daki Zîrî Hanedanı’nın, Endülüs’ün savunmasını zayıflattığı, dolayısıyla bunların hilafeten azline cevaz bulunduğu bildirildi. Bu dini-siyasi meşruiyet zemini hazır olunca Yûsuf ibn Tâşfîn, Haziran 1090’da üçüncü kez Endülüs’e geçti. Bu defa, geliş sebebi taife emirlerinin daveti değil, bizzat kendi inisiyatifiydi ve amacı Endülüs’teki siyasi parçalanmışlığı sonlandırmaktı. Murâbıt ordusu süratle ilerleyerek neredeyse direnişle karşılaşmadan Kurtuba (Cordoba) önlerine geldi. Ardından Gırnata’ya yönelen Yûsuf, oranın Zîrî Emiri Abdullah bin Buluggîn’e tahttan feragat etmesini, aksi halde savaşacağını bildirdi. Gırnata Emiri direnmeye çalışsa da halk desteği bulamadı ve şehir Murâbıtlara kapılarını açtı; Zîrî ailesi mensupları yakalanıp sürgüne gönderildi. Eş zamanlı olarak Mâlaga’daki Zîrî Emirliği de ilga edildi. Bu gelişmeler üzerine batı Endülüs’ün güçlü hükümdarı Sevilla Emiri Mu‘temid bin Abbâd, Murâbıtlara direnmek yerine teslim olmayı tercih etti. Eylül 1091’de Murâbıt kuvvetleri hiçbir ciddi muhalefet görmeden İşbiliye (Sevilla)’ye girdi; Mu‘temid bin Abbâd esir alınarak ailesiyle birlikte Afrika’ya, Marakeş yakınlarındaki Aghmât’a sürgüne gönderildi. Onun ardından Gırnata, Mâlaga, İşbiliye, Bâcâ (Badajoz) gibi Endülüs’ün en önemli şehirleri Yûsuf’un yönetimine geçti. Bu şehirlerin yerel emirleri devrilmiş, bizzat Yûsuf tarafından atanan Murâbıt valileri işbaşına getirilmiştir. Tarihçiler, Yûsuf’un bu süreçte oldukça temkinli ve merhametli davrandığını yazarlar; zira esir alınan taife krallarının çoğuna (Mu‘temid hariç) nispeten iyi muamele edilmiş, canları bağışlanmıştır. Ne var ki, halk nazarında Murâbıtlar başlangıçta “kurtarıcı” olmaktan çok “fatih” muamelesi gördüler; Endülüs’ün saray ve şehir elitleri, çöl kökenli bu sert disiplinli Berberî idaresine alışmakta zorluk çekti. Nitekim ünlü tarihçi Richard Fletcher, “Murâbıtlar, taife krallarının şatafatını ve sefahatini eleştiren dar çevreler dışında Endülüs’te pek sevilmediler; kurtarıcı olarak gelmişlerdi, ama fetheden gibi davrandılar” diyerek bu duruma işaret eder. Murâbıtlar Endülüs’ün büyük bölümünü kontrol altına aldıktan sonra, doğuda henüz ele geçirilemeyen Valencia meselesi kalmıştı. Valencia kenti, ünlü İspanyol şövalyesi Rodrigo Diaz de Vivar (El Cid) ile adı anılan, Müslümanlar ve Hristiyanlar arasında birkaç kez el değiştiren bir bölgeydi. 1092 yılında Valencia’daki Müslüman ahali, El Cid’in tayin ettiği kukla emir el-Kâdir’i devirip Murâbıtlara bağlılık işareti verdiler. Bunun üzerine El Cid şehri geri almak için kuşattı ve Temmuz 1094’te Valencia’yı tekrar ele geçirdi. Yûsuf ibn Tâşfîn, bu dönemde 80 yaşını geçmiş olmasına rağmen, Endülüs’teki işleri yakından takip ediyordu. El Cid’e karşı başarılı olamayan akrabaları ve komutanlarından sonra, 1097 yılında dördüncü kez Endülüs’e geçti ve bizzat sefere çıktığına dair haberler vardır. Aynı yıl içinde Endülüs’ün orta kesiminde Kastilya kralı Alfonso VI ile bir kere daha karşı karşıya geldi. 15 Ağustos 1097’de gerçekleşen Consuegra Muharebesi’nde Murâbıtlar Alfonso’yu bir kez daha mağlubiyete uğrattılar; bu savaşta El Cid’in oğlu Diego da öldürüldü. Consuegra zaferi, Yûsuf’un ilerlemiş yaşına rağmen askeri kabiliyetinde bir eksilme olmadığını gösterdi. El Cid 1099’da öldüğünde, Valencia hala onun ailesinin elindeydi. Yûsuf ibn Tâşfîn, son yıllarında Valencia’yı da İslam diyarına katmak için azim gösterdi. 1100 yılının sonlarında güvendiği komutanlarından Mazdâlî bin Tûmlûk kumandasındaki Murâbıt ordusu, Valencia üzerine yürüdü. Kuşatma uzun sürdü; Hristiyan savunucular El Cid’in dul eşi Jimena yönetiminde şehri savunurken, Alfonso VI yardıma geldi. Ancak durum ümitsiz hale gelince Hristiyanlar geri çekilirken şehrin Büyük Cami’sini yakıp Valencia’yı terk ettiler. Böylece Mayıs 1102’de Murâbıtlar Valencia’ya girdi ve doğu Endülüs tamamen Yûsuf’un egemenliğine girmiş oldu. Bu başarıdan sonra, Yûsuf ibn Tâşfîn artık “İslam dünyasının batısındaki en güçlü hükümdar” konumundaydı ve hakimiyeti altındaki topraklar kuzeyde Ebro Vadisi’nden güneyde Sahra’ya, doğuda Cezayir sınırlarından batıda Atlantik Okyanusu’na uzanıyordu. Murâbıtlar’ın Endülüs’teki fetihleri, yaklaşık 15 yıllık bir süreçte gerçekleşmiş ve Endülüs’ü Hristiyan işgalinden bir süreliğine korumuştur. Yûsuf ibn Tâşfîn, Endülüs topraklarını doğrudan Murâbıtlar Devleti’nin eyaleti haline getirdi. Örneğin Sevilla, Kurtuba, Gırnata gibi merkezlere kendi valilerini atadı ve bu valiler genellikle Yûsuf’un akrabaları veya güvendiği komutanlardı. Yûsuf ayrıca Endülüs’te yönetimin sürekliliğini sağlamak için oğlu Ali bin Yûsuf’u bu toprakların idaresine hazırlamaya başladı. 1103 yılının başlarında Yûsuf, oğlu Ali’yi de yanına alarak beşinci ve son kez Endülüs’e geçti. Kurtuba’da büyük bir merasim tertip edilerek, Endülüs’ün önde gelen kadıları, emir artıkları ve ileri gelenleri huzurunda Ali bin Yûsuf’u veliaht ilan etti. Hatta törene, henüz bağımsız kalabilmiş tek Müslüman hükümdar olan Sarakusta (Zaragoza) Emiri’nin oğlu da katılmıştı; bu, Yûsuf’un bölgedeki son bağımsız emirlik üzerinde de nüfuz kurduğunu gösteriyordu. Aynı yıl, Yûsuf Endülüs’teki idari düzenlemeleri yapmak üzere bir süre Granada ve çevresini teftiş etti; Tlemsen bölgesine de yeni bir vali atayarak (zira Tlemsen civarı Doğu’daki Hammadîler ile sınırdı) Endülüs’ten Marakeş’e döndü. Yönetimi ve Reformları Yûsuf ibn Tâşfîn, geniş topraklara yayılan Murâbıtlar Devleti’ni idare ederken, güçlü bir merkezi idare ve disiplinli bir askeri düzen kurmayı başardı. Onun yönetim felsefesi, İslâm hukukuna sıkı bağlılık, lüzumsuz vergi ve zulmün kaldırılması, adaletin tesis edilmesi üzerine kuruluydu. Murâbıtlar hareketi başından beri Sünnî-Maliki bir ruh taşıdığından, Yûsuf da kendi iktidarında Maliki fakihlere büyük itibar gösterdi. Öyle ki, devlet işlerinde kadıların ve fakihlerin görüşlerini önemser, şeriata uygun olmayan uygulamaları engellerdi. Dönem kaynakları, “Maliki fakihler din ve siyasette hatırı sayılır nüfuza sahipti” derken tam da bu duruma işaret eder. Yûsuf, kendisini bir “Mücahid Sultan” olarak gördüğü için, devletin meşruiyet temelini de dinin korunması ve yayılması olarak belirlemişti. Bu çerçevede, Kuzey Afrika’da feth ettiği bölgelerde sapkın gördüğü akımlara (Barğavâta gibi) son vermiş, Endülüs’te de içki, eğlence düşkünü sarayları disiplin altına almıştır. Vergi politikası da İslami esaslara uygun şekilde yeniden düzenlendi; şer’î vergiler (öşür, zekat) dışındaki ağır yükümlülükler hafifletildi ki bu da sıradan halk tarafından memnuniyetle karşılandı. Nitekim Murâbıt fütuhatının hızlı başarısında, “şer’î olmayan vergilerin kaldırılması ve katı dinî ortodoksluğun sağlanması” gibi icraatların halk desteği kazandırdığı belirtilir. Devlet teşkilatlanmasına gelince, Yûsuf ibn Tâşfîn karma bir mirasa sahipti: Bir yanda Berberî kabile gelenekleri, diğer yanda feth ettiği topraklardaki Arap-İslam bürokrasi kültürü. Yûsuf, bu ikisini harmanlayarak işleyen bir sistem kurdu. Örneğin, orduyu beş ana birliğe ayırdı; bu birliklerden en büyüğünün komutanlığını bizzat kendisi üstlenirken, diğerlerini güvendiği emîrlere tevdi etti. Ordu çekirdeği Berberî süvarilerinden oluşmakla birlikte, Endülüs’ten katılan unsurlar ve Sudan bölgesinden getirilen takviye askerler de vardı. Özellikle Murâbıt ordusunda ün salan Senegal asıllı zenci birlikler kaynaklarda zikredilir; bunlar Yûsuf’un seferlerinde öncü vurucu güç olarak kullanılmıştır. Donanma konusunda Murâbıtlar başlangıçta zayıf idi, ancak Yûsuf döneminde Cebelitarık geçişleri sayesinde bir filo oluşturmanın gereği anlaşıldı. Endülüs kıyılarından elde edilen gemilerle ve Mağrib sahillerindeki tersanelerde küçük çaplı da olsa bir deniz gücü kurulduğu bilinmektedir. Yûsuf ibn Tâşfîn, idari taksimatta fethettiği bölgelerin çoğunu vilayet haline getirip başına güvendiği valiler atadı. Kuzey Afrika’da Fez, Tlemsen, Tunus sınırına dek uzanan batı Cezayir bölgesi gibi yerlerde Murâbıt valileri görev yaptı. Endülüs’te ise Kurtuba, İşbiliye, Gırnata, Valencia gibi önemli vilayetler doğrudan Marakeş’e rapor veren valilerce idare edildi. 1102 yılında Yûsuf, Doğu sınırındaki Tlemsen vilayetine yeni bir vali atadı; zira Hammadî devletiyle (Cezayir’deki) sınır sorunları çıkmaktaydı ve Yûsuf, doğuda fiilen bir tampon bölge oluşturarak Almoravit-Murâbıt etki alanını Sabârta (bugün Tunus sınırları) yakınına kadar genişletmişti. Bununla birlikte Yûsuf, Kuzey Afrika’nın doğusuna (İfrikiye/Tunus ve ötesine) yayılma konusunda ihtiyatlı davrandı. Bazı tarihçiler, 1083’te Murâbıt ordusunun Cezayir şehrine kadar ilerleyip orada bir cami inşa ettikten sonra daha fazla ilerlememesini Berberî dayanışması ile açıklarlar. Ünlü Mağrib tarihçisi İbn Haldun’a dayanarak, Murâbıtlar (Sanhâce) ile doğudaki Zenâte-Berberîleri arasında tarihsel bir yakınlık olduğu, bu yüzden Yûsuf’un onların topraklarına saldırmaktan imtina ettiği öne sürülmüştür. Ancak modern tarihçiler, esas sebebin Endülüs cephesinin öncelik kazanması olduğunu, Yûsuf’un insan ve kaynak gücünü Hristiyanlara karşı seferlere yönelttiğini belirtirler. Dini Görüşleri ve Entelektüel Çevresi Yûsuf ibn Tâşfîn’in dünya görüşü ve devlet anlayışı, İslam dinine sıkı bağlılık ve Maliki mezhebinin geleneklerine saygı ekseninde şekillenmiştir. Murâbıtlar hareketi, kuruluş gayesi itibariyle Kuzey Afrika’daki dinî-sağlamlık eksikliğine cevap olarak doğmuştu; dolayısıyla Yûsuf da kendisini bir mücahid emîr olarak görüyordu. Murâbıtlar’ın benimsediği Malikilik, Endülüs ve Mağrib’de yaygın Sünnî mezhepti. Yûsuf döneminde Maliki fakihler sadece dinî konularda değil, yönetim ve adalet mekanizmalarında da söz sahibi oldular. Şer’î hükümlere uyum, Yûsuf’un hem özel hayatında hem kamusal icraatlarında belirleyici idi. Örneğin, onun sefere çıkarken yanına Kur’an nüshaları ve fakihler aldığı anlatılır. Yûsuf’un şahsi dindarlığı da tarihçilerce övülür: Lüks ve israftan kaçındığı, ordugahında bile sade kıl çadırlarda kaldığı, zafer sonrasında Allah’a şükür için nafile oruç tuttuğu rivayet olunur. Kendisinin “zahid ve adil” bir hükümdar olduğu, gaza ganimetlerinden kendi payına düşeni dahi fakirlere dağıttığı nakledilmiştir. Yûsuf ibn Tâşfîn devrinde entelektüel çevre denince, özellikle Endülüs ile Mağrib kültürünün buluşması akla gelir. Endülüs’ün Murâbıt idaresine geçmesiyle birlikte, pek çok Endülüslü âlim, edip ve sanatkâr Marakeş ve Fez gibi şehirlere gelmiş, Kuzey Afrika’daki kültürel hayat canlanmıştır. Ancak Murâbıtlar, dinî konularda oldukça muhafazakâr bir çizgi izlediği için, felsefe veya bid’at sayılabilecek akımlar hoş karşılanmamıştır. Nitekim büyük İslam düşünürü İmam Gazâlî’nin bazı eserleri (örneğin İhyâu Ulûmi’d-Dîn), Murâbıt kadıları tarafından “sufî meşrep” olduğu gerekçesiyle Endülüs’te yasaklanmıştır. Bununla beraber, Murâbıtlar zamanında kadim Kayrevân Üniversitesi ve Kurtuba medreseleri ile ilişki sürdüren pek çok alim yetişmiştir. Yûsuf’un Endülüs seferlerinden birinde ünlü Maliki fakih Kadı Ebû Bekr ibnü’l-Arabî’yi bizzat yanında Mağrib’e götürdüğü ve onu, Abbâsî halifesine elçi olarak gönderdiği bilinmektedir. Yine Endülüs’ün tanınmış fakihlerinden İmam et-Turtûşî ile yazışarak kendisine nasihatler istediği kaynaklarda geçer. Bu durum, Yûsuf’un bilgiye ve ulemanın görüşlerine verdiği önemin göstergesidir. Marakeş şehri Murâbıtların başkenti olduktan sonra ilim ve kültür faaliyetleri de burada yoğunlaşmaya başladı. Yûsuf ibn Tâşfîn’in sarayında devrin kronikçileri, şairleri zaman zaman ağırlanmıştır. Her ne kadar Murâbıtlar’ın katı tutumu sebebiyle Endülüs tarzı ince sanatlar (örneğin müzik, şiir meclisleri) geri planda kalmışsa da, el yazması eserlerin çoğaltılması, Kur’an eğitim merkezlerinin kurulması teşvik edilmiştir. Yûsuf’un oğlu Ali bin Yûsuf döneminde bu entelektüel hamleler daha da artacak; mesela 12. yüzyıl başlarında meşhur allâme İbn Rüşd’ün büyükbabası Kadı İbn Rüşd ve Kadı İyâz gibi isimler Murâbıt idaresinde önemli mevkilerde bulunacaklardır. Bu açıdan bakıldığında, Yûsuf ibn Tâşfîn dönemi, Endülüs-Mağrib ortak kültür havzasının tohumlarının atıldığı bir geçiş devri sayılabilir. Endülüs şehirlerinin mimarî tecrübeleri de Marakeş ve Fez’de yansımıştır: Mesela Fez’deki Kadim Kayrevanîye Camii genişletilmiş, Marakeş’te ilk büyük cami ve su kanalları inşa edilmiştir. Yûsuf ibn Tâşfîn her ne kadar Arapçaya tam hakim olmasa da (Berberî dili konuştuğundan dolayı Arapçayı aksanlı konuştuğu rivayet edilir), idaresi altındaki topraklarda Arap dili ve kültürünün kökleşmesini sağlayan süreçleri başlatmıştır. Vefatı ve Tarihsel Mirası Yûsuf ibn Tâşfîn, neredeyse bir asra yaklaşan bereketli bir ömür sürdükten sonra 4 Eylül 1106 tarihinde, Marakeş’te vefat etti. Ölüm tarihi hicri 500 yılının Muharrem ayının 1’ine tekabül eder ki, bu tarih kendi kurduğu Murâbıt Devleti’nde bir devrin sonu olarak kabul edilir. Vefat ettiğinde yaşı 97 civarında olan Yûsuf, Endülüs fatihi Tarık bin Ziyad’dan sonra Mağrib’in gördüğü en büyük askeri liderlerden biri addedilmiştir. Cenazesi Marakeş’teki sarayında (el-Kasr) defnedildi. Türbesi –ki yerel dilde Dârîh Yûsuf bin Tâşfîn olarak bilinir– Marakeş’in merkezinde, ileriki yüzyılda inşa edilecek Kutubiyye Camii’nin yakınında bulunmaktadır. Günümüzde Yûsuf’un mezarı, sade bir yapı halinde korunmakta ve halkın ziyaretine açıktır. Her ne kadar uzun süre bakımsız kaldığı yönünde eleştiriler olduysa da, yakın zamanda Fas yerel yönetimleri türbeyi onarmış ve Yûsuf ibn Tâşfîn’in hatırasına sahip çıkmıştır. Yûsuf ibn Tâşfîn’in ardından yerine oğlu Ali bin Yûsuf geçti. Ali bin Yûsuf (1106-1143) babasının izinden giderek dindar ve adil bir hükümdar olmaya gayret etti; hatta 1135’te Fas’taki meşhur Karaviyyîn (Karaouine) Camii’ni genişletip üniversite külliyesini desteklediği kaydedilir. Murâbıtlar Devleti Yûsuf’un vefatından sonra yaklaşık 40 yıl daha varlığını sürdürdü. Ancak Yûsuf’un kurduğu düzen, ömrünün sonuna doğru belirmeye başlayan bazı tehditlerle yüzleşmek zorunda kaldı. Endülüs’te Murâbıt yönetimine karşı tepkiler, özellikle 1110’lardan itibaren belirginleşti; bazı şehirlerde (örneğin Kurtuba’da) isyanlar çıktı. Kuzeydeki Hristiyan krallıklar, Murâbıtların güçlü döneminde duraksayan Reconquista harekâtını Yûsuf’un ölümünün ardından yeniden hızlandırdılar. Bu arada, Mağrib’in kendi iç dinamiklerinden doğan yeni bir reformist-Berberî hareket, Murâbıtlar için asıl büyük tehdit oldu: Muvahhidler (Almohadlar) adıyla bilinen ve Masmûde kabileleri arasında zuhur eden bu hareket, Yûsuf’un ölümünden yaklaşık 15 yıl sonra (1121 civarında) ortaya çıktı ve kısa sürede Murâbıt topraklarına saldırıya geçti. Ali bin Yûsuf döneminde Hristiyan cephede 1118’de Zaragoza’nın düşmesi, 1139’da Portekiz’in bağımsızlığını ilan etmesi gibi kayıplar yaşanırken, güneyde Muvahhidler 1147 yılında Marakeş’i ele geçirerek Murâbıt hâkimiyetine son verdiler. Murâbıt hanedanının son üyeleri, Endülüs’te kısa süre tutunmaya çalıştıysa da 1147’de onlar da sahneyi terk ettiler. Her ne kadar Murâbıtlar Devleti siyasi olarak 12. yüzyıl ortasında tarihe karışmışsa da, Yûsuf ibn Tâşfîn’in mirası hem bölgesel tarih hem de İslam medeniyeti açısından kalıcı olmuştur. İlk olarak, Yûsuf Kuzey Afrika’da kalıcı bir siyasi birlik tesis etmiştir. Onun dönemine dek Mağrib, birçok küçük emirlik ve kabile konfederasyonu arasında bölünmüşken, Yûsuf bu toprakları tek idare altında toplamıştır. Bu nedenle bazı tarihçiler onu “Batı İslam dünyasındaki ilk Berberî imparatorluğun gerçek kurucusu” olarak niteler. İmparatorluğunun en geniş sınırları güneyde Nijer Nehri havzasından kuzeyde Ebro Nehri’ne kadar uzanmıştır ki, bu coğrafya içinde Afrika ve Avrupa topraklarını birlikte yönetme başarısını ilk defa Yûsuf göstermiştir. İkinci olarak, Endülüs’ün İslam medeniyeti dairesinde kalma süresi Yûsuf sayesinde uzamıştır. Eğer 1080’lerde Murâbıt müdahalesi olmasaydı, muhtemeldir ki Toledo’nun düşüşünü takiben Sevilla, Granada gibi büyük şehirler de birer birer Hristiyanların eline geçecek ve Müslüman Endülüs çok daha erken tarihte sona erecekti. Yûsuf ibn Tâşfîn Endülüs’e dört kez ordu göndererek ve nihayet toprakları doğrudan idaresine alarak, İberya’daki Müslüman varlığını en az bir asır daha sürdürmeyi başarmıştır. Nitekim Endülüs tarihine dair popüler bir ifadede Yûsuf’un “Endülüs’ün düşüşünü dört asır geciktiren hükümdar” olduğu belirtilir. Üçüncü olarak, Yûsuf’un kurduğu Marakeş şehri bugün dahi ayakta olan bir kültür mirasıdır. “Fusûlü’l-Murâbıtûn” (Murâbıtların Kubbesi) adıyla bilinen su dağıtım yapısı ve Marakeş’in ilk dönem sur kalıntıları, Yûsuf devrinden bugüne ulaşan mimari eserler arasındadır. Marakeş, asırlar boyunca Fas’ın başkentliğini yapmış, Yûsuf’un adı da bu kente mâl olmuştur (Marakeş kentine Eş-Şehrü’l-Yûsufiyye de denilmiştir). Son olarak, Yûsuf ibn Tâşfîn şahsiyetiyle de İslam dünyasında ideal bir emîr tipinin örneği sayılır. O, bir yandan kuru bir zahidane hayat sürüp derviş-meşrep bir emir olurken, diğer yandan büyük bir imparatorluğu başarıyla yönetebilen ulu’l-emr vasıflarını taşımıştır. Kılıç ve asa’yı birlikte tutabilen ender şahsiyetlerdendir. Adaleti, cesareti, tevazuu ve dine bağlılığıyla ilgili anlatılan menkıbeler dilden dile, dîvânlardan kroniklere geçmiştir. İsmi, başta Mağrib ülkeleri olmak üzere İslam coğrafyasında saygıyla yad edilir. Fas’ta birçok cadde, meydan ve eğitim kurumu onun adını taşır; Marakeş’teki Yûsuf bin Tâşfîn Türbesi yerli halk tarafından ziyaret edilmekte ve tarihi miras bilinciyle korunmaktadır. İber Yarımadası’nın Hristiyan kesiminde bile Yûsuf’un hatırası silinmemiş; İspanyol halk destanı “Cantar de Mío Cid”’de ondan “Moro Alfín” (Mu’minlerin Emiri) olarak bahsedilmiştir. Sonuç olarak, Yûsuf ibn Tâşfîn ardında siyasi birliğini sağladığı güçlü bir Mağrib-Endülüs mirası ve gelecek nesillere ilham veren bir liderlik modeli bırakmıştır. Onun hayatı, Orta Çağ İslam dünyasında azim, inanç ve stratejik dehanın kesiştiği bir kesit olarak tarihteki yerini almıştır.
Devamını Oku
Marakeş Bahia Sarayı

Marakeş Bahia Sarayı

Bahia Sarayı (Palais de la Bahia) Bahia Sarayı, Fas’ın Marakeş şehrinde bulunan, 19. yüzyıl sonlarında inşa edilmiş geniş bir saray ve bahçe kompleksidir. Adını Arapça “el-Bahia” (parlak/harika) kelimesinden alan bu saray, yaklaşık 8 hektarlık alanı ve 150 civarında odasıyla Fas’taki Mağribi mimarisinin başyapıtlarından biri kabul edilir. Saray, dönemin Büyük Veziri Ahmed bin Musa (Ba Ahmed, 1841-1900) tarafından yaptırılmış ve ince işçilikli ahşap tavanlar, zengin stuko süslemeler ve renkli zellij çini işleriyle bezeli odalarıyla ünlüdür. Günümüzde Bahia Sarayı, Fas’ın kültürel mirasının önemli bir anıtı ve en popüler turistik ziyaret noktalarından biri olarak halka açık bir müze işlevi görmektedir. Kuruluş Tarihi ve Mimarı Bahia Sarayı’nın temelleri, 19. yüzyılın ikinci yarısında Fas’ı yöneten Alaouite Hanedanı döneminde atıldı. İlk inşaat, Sultan Muhammed bin Abdürrahman’ın (IV. Muhammed) büyük veziri olan Si Musa (Sidi Musa veya Si Moussa) tarafından 1860’lı yıllarda başlatıldı. Si Musa, köle kökenli bir aileden gelip saray nazırı (hâcib) ve ardından büyük vezir makamına yükselmiş, dönemin en nüfuzlu isimlerindendi. Sarayın ilk kısmı olan ve bugün Dar Si Musa adıyla anılan kuzeydeki büyük avlulu konut bölümü 1866-1867 yıllarında tamamlandı; bahçesindeki iki odanın kitabelerinde 1867 tarihi geçmektedir. Sultanın 1894’te ölümünün ardından Si Musa’nın oğlu Ahmed bin Musa (Ba Ahmed), genç Sultan Abdülaziz’in büyük veziri ve naibi olarak iktidarı fiilen ele aldı. Ba Ahmed, babasından devraldığı Bahia Sarayı’nı 1894-1900 yılları arasında büyük ölçüde genişleterek bugünkü haline getirdi. Sarayın ek binalarının tasarımı ve süslemeleri için Ba Ahmed, El-Hac Muhammed bin Mekki el-Misfîvî adında ünlü bir Mağribli mimarı görevlendirdi. 1857 doğumlu olan bu mimar (Si Mohammed el-Mekki), gençliğinde Endülüs’te çalışmış olup İspanyol-Mağribi süsleme sanatında uzmandı. Ayrıca Fransız askeri mimarisiyle de temas kurduğu (Marakeş’teki Fransız askerî misyonunda görev yapan Yüzbaşı Erckman’ın öğrencisi olduğu) belirtilmektedir. Ba Ahmed’in liderliğinde sarayın inşası 1900 yılı civarında tamamlanmış ve ortaya dönemin en görkemli saraylarından biri çıkmıştır. İnşa Süreci ve Tarihî Bağlam Bahia Sarayı’nın inşa süreci, 19. yüzyıl sonlarındaki Fas’ın siyasal yapısıyla yakından ilişkilidir. Sultan IV. Muhammed (1859-1873) döneminde büyük vezir olan Si Musa, nüfuzunu kullanarak Marakeş’in eski şehir merkezinde geniş bir araziyi sarayına tahsis etti. Kölelikten gelerek devletin en üst kademelerine yükselen Si Musa, iktidarını ve servetini yansıtacak bir saray inşa ettirmeye başladı. 1860’ların sonlarında başlayan bu ilk inşa aşamasında, sarayın çekirdeğini oluşturan geleneksel bir riad (iç avlulu konak) ve çevresindeki odalar yapıldı. Fas devlet düzeninde büyük vezirler, sultan adına ülkeyi yöneten en güçlü kişilerdi ve Si Musa da bu konumuyla sarayın inşasını mümkün kıldı. 1894’te Sultan Hassan I öldüğünde, yerine geçen oğlu Abdülaziz henüz reşit değildi. Bu durum, Ba Ahmed’e ülkenin fiili yöneticisi olma imkânı sağladı. Ba Ahmed büyük vezir ve naib olarak (1894-1900 arası) kendi gücünü pekiştirirken, bir yandan da babasından kalan Bahia Sarayı’nı genişletti. Sarayın ikinci inşa aşaması parça parça ilerledi: Ba Ahmed, komşu parsellere yayılmak için çevredeki evleri, sokakları ve bahçeleri birer birer satın alarak komplekse ekledi. Bu süreçte sarayın genişlemesi, Marakeş’in Yahudi mahallesi olan Mellah’ın kuzey kısmını da içine alarak bölgenin sokak dokusunu değiştirdi; eski sokaklar sarayın duvarları içinde koridorlara ve çıkmazlara dönüştürüldü. Hiçbir bütüncül plan olmaksızın, güçlü vezirin isteklerine göre büyütülen Bahia Sarayı böylece bir labirenti andıran, düzensiz fakat görkemli bir mimari görünüme kavuştu. Ba Ahmed’in sarayı genişletirken hedefi, babasının eserini gölgede bırakacak derecede ihtişamlı bir yapı oluşturmaktı. Bu dönemde Fas, Avrupalı güçlerin artan baskısıyla karşı karşıya olsa da (1912’de Fransız himayesi başlayacaktır), Ba Ahmed iç siyasette mutlak otoriteyi elinde tutarak büyük bir servet biriktirmiş ve bunu sarayın inşasında seferber etmiştir. Sarayın tamamı tek katlı olarak inşa edildi; zira kaynaklar, iri yapılı ve aşırı kilolu olan Ba Ahmed’in merdiven inip çıkmakta zorlandığını, bu nedenle sarayı basamak içermeyecek şekilde yatay yayılımda planladığını aktarmaktadır. Sonuç olarak, Bahia Sarayı 19. yüzyıl sonu Fas’ının siyasi gücünü ve lüks anlayışını yansıtan, devrine göre benzersiz ölçekte bir kompleks haline geldi. Mimari Özellikleri Bahia Sarayı, Mağribi ve Endülüs mimarisinin en güzel örneklerinden biri olarak kabul edilir. Sarayın genel planı avlu ve bahçeler etrafında şekillenen geleneksel İslam saray düzenini yansıtır. Ancak birbirine eklemlenerek büyütüldüğü için simetrik akslar yerine organik bir yerleşim görülür; odalar, salonlar ve avlular belirli bir merkezi düzen olmaksızın ardışık bir dizi halinde sıralanmıştır. Bu eklektik düzen, sarayın her köşesinde keşfedilmeyi bekleyen farklı bir mimari sürpriz sunar. Yapı, yüksek duvarların ardında gizlenmiş bir labirenti andırır ve ziyaretçilerine karmaşık bir mekân deneyimi yaşatır..Sarayın süsleme programı olağanüstü zengindir: Ahşap tavanlar sedir ağacından yapılıp canlı renklerle boyanmış ve altın yaldızlı desenlerle bezelidir; kemerleri ve duvarları süsleyen sıva işleri (stuko), nefis arabesk motifler, geometrik desenler ve Arapça kitabelerle oyulmuştur. Her odada ve revaklı koridorda, Fas zanaatının inceliklerini gösteren ayrıntılar görmek mümkündür. Zellij adı verilen renkli çini mozaikler zeminden duvar diplerine kadar tüm yüzeyleri kaplar; mavi, yeşil, sarı ve beyaz tonlardaki bu geometrik çiniler muhteşem bir görsel etki yaratır. Kapı ve pencere kanatları, ceviz ve sedir ağacına işlenmiş yıldız ve çiçek motifleriyle, vitraylı üst pencereler ise mekânlara renkli ışıklar saçan süs unsurlarıyla donatılmıştır. Sarayın her köşesi, tavanlardan taban karolarına dek Hispano-Moresk üslubun ihtişamını sergilemektedir. Bahia Sarayı’nda kullanılan malzemeler ve işçilik, dönemin en iyilerini bir araya getirir. Sarayın inşasında Fas’ın ve Kuzey Afrika’nın dört bir yanından getirilen malzemeler kullanılmıştır: İtalyan Carrara mermerleri Meknes şehri üzerinden temin edilmiş, Orta Atlas dağlarından kesilen sedir ağaçları tavanlarda kullanılmış, renkli sır altı çiniler (zellij) Tetuan ve Fez gibi şehirlerden getirilmiştir. Süslemelerde ve mimari detaylarda yalnızca yerel ustalar değil, Andalusiyalı ustalar da görev almış; böylece sarayın dekorasyonunda İspanyol-Endülüs etkileri belirgin şekilde yer etmiştir. Hatta Fransız himayesi öncesi dönemde Avrupa etkisine açık olan Ba Ahmed’in, sarayındaki bazı öğelerde hafif Avrupa ve Osmanlı (Türk) üsluplarına öykündüğü de belirtilir. Tüm bu unsurlar, Bahia Sarayı’nı Hispano-Mağribi sanatın seçkin bir sentezi haline getirmiştir. İç Mekânlar (Odalar, Harem, Avlular ve Bahçeler) Bahia Sarayı’nın iç mekân düzeni, birbirine açılan çok sayıda avlu, bahçe ve yaşam alanından oluşur. Sarayın avluları hem estetik hem işlevsel açıdan merkezî öneme sahiptir. En eski bölüm olan Dar Si Musa kısmındaki Büyük Riad bahçesi, portakal, yasemin, servi ve muz ağaçlarıyla bezeli yemyeşil bir iç bahçedir. 1867 tarihli kitabelere sahip bu bahçenin etrafında konumlanan odalar, ahşap tavanları ve zengin kalem işi süslemeleriyle dikkat çeker. Sarayın daha güneyinde Ba Ahmed döneminde eklenen Küçük Riad bölümü yer alır; burası dikdörtgen planlı küçük bir iç bahçe etrafında kurulmuş, özel dairelerin bulunduğu kısımdır. Küçük Riad’ın ortasındaki gölgeli avlu, banan ağaçları ve çeşmesiyle serin bir sığınak hissi verirken, çevresindeki odalar ayrıntılı boyalı tavanlar, nişler ve oyma ahşap kapılarla bezenmiştir.Sarayın en görkemli açık mekânlarından biri, Büyük Avlu (havuzlu iç avlu) olarak anılan geniş mermer avludur. 1896-1897 yıllarında inşa edilen bu avlu yaklaşık 30×50 metre boyutlarındadır ve zemini tamamen beyaz mermer levhalarla döşenmiştir. Mermer kaplı zemini dört eşit bölüme ayıran ince şeritler halinde çok renkli zellij süslemeler, ortada sekizgen bir desen oluşturarak birleşir. Avlunun tam merkezinde, mermer bir fıskiyeli havuz yer alır; bu havuz avluya simetrik bir odak noktası sağlar. Büyük Avlu’yu çevreleyen revakların tavanları yeşil sır kiremitleriyle kaplı iken, revakları taşıyan kemerlerin iç yüzleri parlak sarı ve mavi seramik menfezlerle doldurulmuştur. Bu menfezlerin üzerindeki bitkisel stuko oymalar, Endülüs üslubunun zarif örneklerindendir. Gün ışığının bu geniş avluya düşüşü, zemindeki mermer ve çini mozaiklerde göz kamaştırıcı bir parıltı yaratır. Sarayın harem ve özel odaları, yapı kompleksinin daha mahrem kısımlarını oluşturur. Ba Ahmed, dört eşi ve 24 câriyeden oluşan kalabalık haremi için sarayın doğu kanadında özel bir bölüm ayırmıştı. Harem dairesi, daha küçük avlular ve bahçecikler etrafına dizilmiş odaları içerir. Örneğin, Küçük Avlu olarak bilinen bölümde, Ba Ahmed’in dört eşinin her biri için ayrılmış odalar bulunurdu. Bu küçük avlunun ortasında mermer bir fıskiye ve zellij işlemeli zemin olmasına karşın, etrafındaki duvarlar sarayın diğer kısımlarına nazaran daha sade beyaz sıvalıdır; harem bölümünün mahremiyeti ve sadeliği bu şekilde vurgulanmıştır. Özel odaların çoğu, mobilyalarından arındırılmış olsa da boyalı tavanları, oyma ahşap kapıları ve renkli vitray pencereleriyle eski ihtişamından izler taşır. Sarayda ayrıca bir hamam (Türk usulü banyo), küçük bir mescit, ahır ve hizmetkâr odaları gibi yan yapılar da bulunmaktaydı. Tüm bu mekânlar, dönemin saray yaşamının ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde tasarlanmıştır. Bahia Sarayı’nın iç mekânları günümüzde büyük ölçüde boş durumdadır. 1900 yılında saray yağmalandığında tüm değerli eşyalar ve mobilyalar götürüldüğü için odalar müze niteliğinde yalnızca süslemeleriyle sergilenmektedir. Yine de odaların mimari detayları, genişliği ve avlularla bağlantısı, ziyaretçilere büyük vezirin dönemindeki lüks yaşamı hayal etme imkânı vermektedir. Örneğin, Küçük Riad içindeki Divan Salonu (Meşvüret Salonu), Ba Ahmed’in devlet adamlarını kabul ettiği bir toplantı odasıydı; Meknes bölgesinden getirilen sedir ağacıyla kaplı tavanı ve duvarlarını süsleyen yıldız desenli kalem işleriyle ünlüdür. Bu salonun bir köşesinde, Fransız idaresi sırasında General Lyautey’in eklettiği bir şömine görülür; zira Lyautey, sarayı konut olarak kullanırken kış aylarında ısınmak için bazı odalara şömine yaptırmıştır. Sarayın iç mekanlarında gezinen bir ziyaretçi, adeta bir açık hava müzesi gibi, odadan odaya geçerek Fas saray mimarisinin en güzel öğelerini ardı ardına deneyimler. Tarihsel Kullanım Bahia Sarayı, inşa edildiği dönemin ardından çeşitli tarihi kullanımlara sahne olmuştur. Ba Ahmed, 1900 yılında ani bir hastalık sonucu öldüğünde, saray kısa süre içinde sultanın denetimine geçti. Sultan Abdülaziz, vezirinin ölümünden saatler sonra sarayın değerli eşyalarına el konulmasını emrederek içerdeki hazineleri, mobilyaları ve halıları toplattı. Bu yağma sırasında sarayın pek çok süs eşyası ve mobilyası kaybolmuş, ancak mermer avlu ve bitişiğindeki bazı odalar gibi yapılamaz sabit dekorasyon unsurları zarar görmeden kalmıştır. Ba Ahmed’in ölümünün ardından saray bir süre kraliyet ikametgâhı olarak kullanıldı. 20. yüzyılın başında, Fas’ta merkezi otoritenin zayıflamasıyla bölgesel güç odakları ortaya çıkmaya başlamıştı. 1908 yılında Marakeş’in güçlü yerel liderlerinden Si Madani el-Glaoui (Pşa el-Glaoui’nin kardeşi), Bahia Sarayı’nı fiilen ele geçirerek kendi konutu ve misafir ağırlama mekânı yaptı. Madani el-Glaoui, sarayın bazı kısımlarına Marakeş’te ilk kez bir üst kat ilave ettirerek (özellikle Küçük Riad bölümünün üzerinde Menzeh denilen bir teras katı) yapıya kendi izini bıraktı. Ancak Glaoui’nin saraydaki hakimiyeti uzun sürmedi; aynı yıl içinde Fas’ta siyasi dengeler değişip Sultan Abdülhafid tahta çıkınca Glaoui saraydan çekildi. 1912’de Fas’ın Fransız himayesi altına girmesiyle birlikte Bahia Sarayı Fransız sömürge yönetiminin hizmetine verildi. Marakeş şehri, Fransız idaresinde bir askeri vali (veya Resident-General temsilcisi) bulundurduğundan, Bahia Sarayı bu yetkililerin konutu ve idari merkezi olarak kullanıldı. Özellikle General Hubert Lyautey, Marakeş’e geldiğinde Bahia Sarayı’nda kalarak burayı resmî ikametgah ve karargâh olarak değerlendirmiştir. Fransız döneminde saray, aynı zamanda yabancı misyonların ve aristokrat konukların ağırlandığı görkemli bir misafirhane işlevi gördü. Örneğin, Fransız yönetimi sarayın geniş avlularında Fas Sultanı onuruna resepsiyonlar ve balolar düzenlemiş, yabancı devlet adamlarını burada ağırlamıştır. Bu dönemde saraya elektrik tesisatı döşenmiş, bazı odalara şömineler eklenerek kışın kullanımına uygun hale getirilmiştir. 1956’da Fas’ın bağımsızlığını kazanmasıyla Fransızlar saraydan çekildi ve Bahia tekrar Fas kraliyetinin eline geçti. Kısa bir süre Kral V. Muhammed, Marakeş ziyaretlerinde Bahia Sarayı’nı konut olarak kullanmış; ardından Kral II. Hasan döneminde saray, Kültür Bakanlığı’na devredilerek halka açılmıştır. 1960’lardan itibaren tarihî anıt statüsüyle koruma altına alınan Bahia Sarayı, böylece bir müze ve turistik mekan işlevi kazandı. Bununla birlikte Fas kraliyet ailesi sarayın bazı bölümlerini zaman zaman resmî davet ve törenler için kullanmaya devam etmektedir. Örneğin, günümüz kralı VI. Muhammed önemli yabancı devlet adamlarını Marakeş’te ağırlarken Bahia Sarayı’nın belirli salonlarını resmi resepsiyonlar için kullanabilmektedir. Sarayın ana bölümleri ise yılın büyük kısmında yerli ve yabancı ziyaretçilere açık tutulmaktadır. Restorasyonlar ve Günümüzdeki Durumu Bahia Sarayı, geçen yüzyıl boyunca çeşitli bakım ve restorasyon çalışmalarıyla korunmuştur. Fas hükümeti sarayın özgün mimari değerini sürdürmesi için yapıyı sürekli bakıma tabi tutmuştur. Özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren sarayın tarihi dokusunu iyileştirmeye yönelik kapsamlı adımlar atılmıştır. 2000’lerin başında gerçekleştirilen büyük bir restorasyon projesi ile Bahia Sarayı’nın yapısal unsurları güçlendirilmiş, çatı ve ahşap işleri onarılmış ve kaybolan bazı çini ve stuko süslemeler aslına uygun biçimde yenilenmiştir. Bu restorasyon sayesinde sarayın iç mekanları ve cepheleri adeta yenilenmiş bir ihtişamla parlamaya başlamış, ikinci bir restorasyon safhasının tamamlanmasıyla bakım çalışmaları süreklilik kazanmıştır. Restorasyonlar sırasında, geleneksel zanaat teknikleri kullanılarak orijinal malzemeler korunmuş ve sarayın tarihi atmosferi muhafaza edilmiştir. YYakın dönemde, Eylül 2023 depreminin Marakeş ve çevresini etkilemesi sonucu Bahia Sarayı da hasar görmüştür. Depremde sarayın bazı duvarlarında çatlaklar oluşmuş, çatı kiremitlerinde oynamalar meydana gelmiş ve özellikle Büyük Riad bahçesine bakan revaklardan birinin tavanında kısmi çökme yaşanmıştır. Bu afetin ardından saray güvenlik gerekçesiyle geçici olarak ziyarete kapatılmış ve acil restorasyon çalışmalarına başlanmıştır.Kültür Bakanlığı gözetiminde yürütülen onarımlar sayesinde saray, yaklaşık bir aylık bir çalışmanın ardından Ekim 2023’te yeniden ziyarete açılmıştır. Günümüzde Bahia Sarayı’nın genel durumu iyi olup, tarihi dokusunu tehdit eden ciddi bir sorun bulunmamaktadır; ancak yetkililer, yapı yaşlandıkça periyodik bakım ve güçlendirme çalışmalarını sürdürmektedir. Bahia Sarayı’nın bir bölümü idari amaçlarla kullanılmaya devam etmektedir. Sarayın belli kısımları Fas Kültür Bakanlığı’na ait ofislere ev sahipliği yaparken, büyük kısmı müze olarak halka açıktır. Ziyaretçiler, boş salonlarda rehber eşliğinde dolaşarak sarayın tarihini ve mimari detaylarını öğrenebilmektedir. Sarayı gezenler, herhangi bir mobilya ya da sergi eşyalı olmamasına rağmen, duvarlardan tavanlara kadar uzanan dekoratif zenginlik sayesinde adeta bir açık hava sanat galerisi deneyimi yaşamaktadır. Bahia Sarayı, korunan mimarisi ve düzenli bakımıyla gelecekte de Fas’ın kültürel mirasının gözde bir parçası olarak varlığını sürdürecektir. Turistik Önemi ve UNESCO Statüsü Bahia Sarayı, Marakeş’e gelen ziyaretçilerin görmeden ayrılmadığı başlıca turistik mekanlardan biridir. İnşa edildiği dönemden bu yana “güzelliğin sarayı” olarak ün salan yapı, günümüzde yılda yüz binlerce ziyaretçiyi ağırlamaktadır. Örneğin, 2019 yılının ilk dört ayında Bahia Sarayı’nı 410.000’den fazla kişinin ziyaret ettiği rapor edilmiştir; bu rakam söz konusu dönemde Fas’taki tüm tarihi mekanlar içinde en yüksek ziyaretçi sayısıdır. Sarayın turistik cazibesi, sadece mimari görkemiyle değil, aynı zamanda barındırdığı tarihsel hikâyelerle de ilgilidir. Rehberler, gezi sırasında ziyaretçilere sarayın yapım öykülerini, harem yaşamının ayrıntılarını ve Fransız dönemindeki anekdotları anlatarak bu deneyimi zenginleştirmektedir. Sarayın fotojenik avluları ve süslü kapıları, turistler ve fotoğrafçılar için de vazgeçilmez bir çekim noktasıdır. Bahia Sarayı’nın uluslararası önemi, bulunduğu konum itibarıyla UNESCO tarafından da dolaylı olarak tanınmıştır. Saray, Marakeş’in tarihi medine (Eski Şehir) bölgesinin bir parçası olup, Marakeş’in Medine’si 1985 yılında UNESCO Dünya Mirası listesine dahil edilmiştir. Dolayısıyla Bahia Sarayı, tıpkı Kutubiye Camii, El Badi Sarayı, Ben Yusuf Medresesi ve Saadi Türbeleri gibi, Marakeş şehrinin dünya mirası değeri taşıyan anıtsal yapıları arasında yer alır. Bununla birlikte Bahia Sarayı’nın kendisi, bağımsız bir UNESCO dünya mirası alanı olarak tescil edilmemiştir; korunması ve yönetimi ulusal düzeyde Fas hükümetinin sorumluluğundadır. Sarayın UNESCO listesine dahil medine sınırları içinde bulunması, uluslararası farkındalık ve koruma fonlarına erişim açısından avantaj sağlamaktadır. Sonuç olarak, Bahia Sarayı hem mimari sanat açısından bir başyapıt, hem de Fas’ın geç Osmanlı ve sömürge öncesi dönemine ışık tutan tarihî bir sahne olarak büyük değer taşımaktadır. Bugün turistler için Marakeş’teki en önemli duraklardan biri olan bu saray, benzersiz güzelliğiyle “Bahia” ismine layık bir şekilde, ziyaretçilerini geçmişin görkemine tanıklık etmeye davet etmektedir.
Devamını Oku
Fas Mutfağı

Fas Mutfağı

Fas Mutfağı: Baharatların Dansı, Tagine’in Sırrı ve Efsanevi Lezzetler Fas, Atlas Dağları’nın gölgesinden Sahra Çölü’nün uçsuz bucaksız kumlarına, Atlantik kıyılarının tuzlu rüzgârından Akdeniz’in yumuşak esintisine kadar uzanan eşsiz bir coğrafyaya sahiptir. Bu çeşitlilik sadece doğasında değil, mutfağında da kendini gösterir. Fas mutfağı, Berberi, Arap, Endülüs, Fransız ve hatta Sahra altı Afrika mutfaklarının harmanlandığı bir gastronomi cennetidir. Yüzyıllardır kervan yolları üzerinden taşınan baharatlar, deniz ticareti ile gelen yeni malzemeler ve göçlerin getirdiği tarifler, bugün dünyanın en karakteristik mutfaklarından birini yaratmıştır. Fas sofraları, sadece karın doyurmak için değil, aynı zamanda dostlukların pekiştiği, hikâyelerin anlatıldığı ve geleneklerin yaşatıldığı kutsal alanlardır. 1. Fas Mutfak Kültürünün Kökenleri Fas mutfağı, tarihi boyunca çok sayıda medeniyetin etkisini taşır. Berberiler: En eski yerleşimciler olan Berberiler, couscous gibi temel tahıl bazlı yemekleri mutfağa kazandırmıştır. Araplar: Arap İmparatorluğu’nun genişleme döneminde gelen baharatlar, kurutulmuş meyveler ve tatlı-tuzlu harmanı Fas mutfağını zenginleştirmiştir. Endülüs Etkisi: 15. yüzyılda İspanya’dan göç eden Müslümanlar ve Yahudiler, pastilla ve bademli tatlıları beraberlerinde getirmiştir. Fransız Kolonisi Dönemi: Fransız mutfağı ile harmanlanan yemek teknikleri, sunum tarzını ve tatlı çeşitliliğini artırmıştır. Bu kültürel mozaik, Fas mutfağının bugün sahip olduğu derin aromaları ve zengin malzeme çeşitliliğini açıklar. 2. Baharatların Dansı: Fas’ın Gizli Silahı Fas mutfağının kalbinde baharatlar vardır. Ancak bu baharat kullanımı “acı” anlamına gelmez; Fas’ta baharat, yemeğin ruhunu oluşturur, aromayı dengeler ve tatları katmanlandırır. En sık kullanılan baharatlar: Kimyon: Et ve sebze yemeklerinin vazgeçilmezi. Zerdeçal: Hem renk hem sağlık için kullanılır. Zencefil: Et yemeklerine tazelik katar. Tarçın: Tatlılarda ve pastillada tuzlu yemeklere bile tatlı dokunuş verir. Kişniş: Hem taze hem toz formu ile yoğun aroma sağlar. Paprika ve Acı Biber: Yemeklere sıcaklık ve renk katar. Safran: Fas safranı, özellikle Tagine ve pilavlarda prestij malzemesidir. Bunların yanında Ras el Hanout adı verilen özel bir baharat karışımı vardır. İçinde 20-30 farklı baharat bulunabilir ve her baharatçı kendi gizli tarifine sahiptir. 3. Tagine: Fas Mutfağının Taçlı Kralı Tagine (Tajin), hem pişirme kabının hem de yemeğin adıdır. Konik kapağı sayesinde buhar içeride dolaşır, yavaş pişme yöntemiyle etler ve sebzeler yumuşacık olur. En popüler tagine çeşitleri: Tavuklu Tagine: Zeytin ve limon turşusu ile. Kuzu Tagine: Erik ve bademle tatlı-tuzlu harmanı. Sebzeli Tagine: Vejetaryenler için baharat ve sebze şöleni. Tagine, sadece yemek değil, aynı zamanda sosyal bir deneyimdir. Genellikle sofranın ortasında servis edilir, herkes ekmeğiyle paylaşılan kaptan alır. 4. Couscous (Kuskus): Cuma Günlerinin Vazgeçilmezi Couscous, Fas mutfağında sadece bir yemek değil, haftalık bir ritüeldir. Özellikle cuma öğle namazından sonra aileler bir araya gelir ve büyük bir tabakta couscous paylaşılır. Couscous yapımında sabır esastır; buğday irmiği birkaç aşamada buharda pişirilir, aralarına zeytinyağı eklenir. Üzerine sebzeler (havuç, kabak, patates), et ve nohut eklenir. Modern versiyonlarında ise deniz ürünleri ile yapılan couscous, özellikle sahil şehirlerinde popülerdir. 5. Mint Çayı: Fas Misafirperverliğinin Sembolü Atay b’nana (naneli çay), Fas kültüründe sadece bir içecek değil, dostluğun, saygının ve misafirperverliğin simgesidir. Yeşil çay, taze nane yaprakları ve bol şekerle yapılır. Hazırlanışı da bir törendir: Çay yüksekten dökülerek köpük yapılır, bu hem havalandırır hem de sunum estetiği katar. Ev sahibi, misafirine en az üç bardak çay ikram eder ve her bardak ayrı bir anlam taşır: Hayat, aşk, dostluk. 6. Pastilla: Tuzlu ile Tatlının Dansı Endülüs’ten miras kalan pastilla, ince yufka katmanları arasında tavuk eti, badem, tarçın ve şekerin buluştuğu eşsiz bir lezzettir. Geleneksel olarak güvercin eti kullanılsa da bugün tavuk veya deniz ürünleriyle hazırlanır. Genellikle düğünlerde, bayramlarda ve özel davetlerde servis edilir. 7. Harira: Ramazan’ın İftar Yıldızı Harira çorbası, Ramazan ayında iftar sofralarının baş tacıdır. Nohut, mercimek, domates, ince doğranmış et, kereviz, kişniş ve çeşitli baharatlarla hazırlanır. Yanında hurma ve ballı chebakia tatlısı ile servis edilir. 8. Zaalouk ve Biber Salataları Zaalouk, közlenmiş patlıcan ve domatesin zeytinyağı ve baharatlarla harmanlanmasıyla yapılır. Biber salataları ise özellikle közlenmiş kırmızı biber, sarımsak ve kimyon ile hazırlanır. Bu salatalar çoğu zaman ana yemeklerin yanında mezeler olarak sunulur. 9. Deniz Ürünleri ve Sahil Mutfağı Essaouira ve Agadir gibi kıyı şehirlerinde deniz ürünleri önemli yer tutar. Izgara sardalya, baharatlı karides, midye tagine ve balık çorbası en bilinenleridir. Buradaki balık pazarlarında, satın aldığınız balığı hemen pişirip servis eden küçük lokantalar bulunur. 10. Fas Tatlıları: Şerbetten Ballara Fas tatlıları, genellikle bal, badem, susam ve tarçın gibi malzemelerle yapılır. Ghriba (bademli kurabiye), Briouat (balda kızartılmış hamur dolguları), Sellou (nohut unu, susam ve badem karışımı) en bilinenleridir. Tatlılar çoğu zaman mint çayı ile ikram edilir. 11. Sofra Adabı ve Ritüeller Fas’ta yemekler genellikle büyük bir tabakta paylaşılır. Sağ elle yemek almak geleneksel adettir. Misafire önce en iyi lokma ikram edilir. Yemek sonrası eller gül suyu ile yıkanabilir. 12. Modern Fas Mutfağı ve Sokak Lezzetleri Bugün Fas mutfağı, geleneksel tariflerin modern yorumlarıyla yeniden doğuyor. Şefler, geleneksel baharatları dünya mutfağı teknikleri ile birleştiriyor. Sokaklarda ise escargot (salyangoz çorbası), sfenj (Fas simidi), ve taze sıkılmış portakal suyu turistlerin ilgisini çekiyor. 13. Fas Mutfağını Denemek İçin En İyi Şehirler Marakeş: Jemaa el-Fnaa meydanındaki sokak tezgâhları. Fes: Geleneksel mutfağın kalbi. Kazablanka: Modern restoranlar ve deniz ürünleri. Agadir: Balık pazarları. Chefchaouen: Küçük aile lokantaları.
Devamını Oku
Büyülü Bir Keşif Deneyimi

Büyülü Bir Keşif Deneyimi

Fas Turları: Büyülü Bir Keşif Deneyimi 1. Giriş: Binbir Renk, Binbir Hikâye Fas, Kuzey Afrika’nın en cazibeli ülkelerinden biri olarak, tarih, kültür, doğa ve gastronomiyi tek bir potada eritir. Atlas Dağları’nın zirvelerinden Sahra Çölü’nün sonsuz ufuklarına, Atlantik kıyılarından Akdeniz sahillerine kadar uzanan bu ülke, ziyaretçilerine bambaşka bir dünya sunar.Fas turları, gezginlere bu eşsiz coğrafyayı güvenli, planlı ve unutulmaz bir şekilde keşfetme fırsatı verir. Turlar genellikle birkaç şehrin birleşiminden oluşur ve hem kültürel hem de doğal güzellikleri kapsar. 2. Fas’ın Başlıca Şehirleri ve Tur Rotası Marakeş: Kızıl Şehir Fas turlarının çoğu Marakeş’ten başlar. “Kızıl Şehir” olarak bilinen bu tarihi yerleşim, surları, kırmızı topraklı binaları ve hareketli pazarları ile ünlüdür. Jemaa el-Fna Meydanı: Yılan oynatıcıları, sokak müzisyenleri, seyyar satıcıları ile her an canlı. Bahia Sarayı: Zengin mimarisi ve süslemeleri ile dikkat çeker. Majorelle Bahçesi: Mavi tonlarıyla büyüleyen ünlü botanik bahçe. Fes: Fas’ın Kültürel Kalbi Fes, Orta Çağ’dan kalma medineleri, el sanatları atölyeleri ve tarihi medreseleri ile Fas’ın kültürel başkentidir. Karaouiyine Üniversitesi: Dünyanın en eski üniversitelerinden biri. Fes Çarşıları: Dericilik atölyeleri ve baharat kokulu sokaklar. Kazablanka: Modern ve Gelenekselin Buluşması Fas’ın en büyük şehri olan Kazablanka, modern mimarisi ve iş merkezleri ile bilinirken, Hassan II Camii gibi anıtsal eserleri de barındırır. Chefchaouen: Mavi Şehir Rif Dağları’nın eteklerindeki bu şehir, maviye boyalı sokaklarıyla fotoğrafçılar için bir cennettir. Sakin atmosferi, el işi dükkânları ve dağ manzaralarıyla ünlüdür. Rabat: Başkent Kraliyet sarayı, Hassan Kulesi ve tarihi kasbah ile modern ve tarihi unsurların harmanlandığı bir şehir. Essaouira: Rüzgâr Şehri Atlantik kıyısındaki Essaouira, surlarla çevrili limanı, taze deniz ürünleri ve sanat galerileri ile bilinir. 3. Çöl Deneyimi ve Atlas Dağları Fas turları sadece şehirlerle sınırlı kalmaz; Atlas Dağları ve Büyük Sahra Çölü, deneyimin en heyecanlı kısmını oluşturur. Merzouga: Altın renkli Erg Chebbi kumulları ile ünlüdür. Çöl Safarileri: Deve sırtında gün batımı turları. Bedevi Kampları: Geleneksel çadırda geceleme, yerel müzik eşliğinde akşam yemeği. 4. Fas Mutfağı – Tur Sırasında Tadılacak Lezzetler Fas turları, gastronomi açısından da zengindir. Tagine: Et ve sebzelerin yavaş pişirildiği geleneksel yemek. Couscous: Cuma günlerinin vazgeçilmezi. Harira: Ramazan çorbası. Pastilla: Tatlı-tuzlu lezzet dengesi. Mint Çayı: Misafirperverliğin sembolü. 5. Kültürel Deneyimler ve Festivaller Fas’ta yıl boyunca pek çok festival düzenlenir. Fes Kutsal Müzik Festivali Marrakech Film Festivali Gnaoua Müzik Festivali (Essaouira) 6. Alışveriş – Çarşılar, Pazarlar ve El Sanatları Fas çarşıları, renkli dokuma halılar, el yapımı seramikler, baharatlar ve deri ürünleri ile ünlüdür. Özellikle Fes ve Marakeş çarşıları, alışveriş severlerin uğrak noktasıdır. 7. Konaklama Seçenekleri Riad: Geleneksel Fas evlerinden dönüştürülmüş butik oteller. Lüks Oteller: Marakeş ve Kazablanka’da dünya standartlarında. Çöl Kampları: Otantik deneyim isteyenler için. 8. Yerel Rehberlerin Önemi Fas turlarında yerel rehberler, hem tarih hem kültür hem de güvenlik açısından kritik rol oynar. Yerel halkla köprü kurar, gizli kalmış detayları paylaşır. 9. Fas Turu Planlarken İpuçları En iyi ziyaret zamanı: İlkbahar (Nisan-Mayıs) ve Sonbahar (Eylül-Ekim). Rahat yürüyüş ayakkabısı şart. Baharatlı yemeklere alışkın olmayanlar için mide koruyucu önerilir. Çarşılarda pazarlık yapmak gelenektir. 10. Sonuç Fas turları, hem göz hem gönül hem de damak için bir şölen sunar. Tarihi şehirler, büyüleyici doğa, eşsiz lezzetler ve sıcakkanlı insanlar, bu deneyimi unutulmaz kılar. İster kısa bir hafta sonu kaçamağı ister uzun bir keşif turu olsun, Fas sizi her zaman bir sonraki yolculuğa çağırır.
Devamını Oku

24 kayıttan 1 - 5 arasındaki kayıtlar gösteriliyor
Mesajlar {{unread_count}}
... ile mesajlaş {{currentConversation.display_name}}
{{chat.display_name ? chat.display_name[0] : ''}}

{{chat.display_name}}

Siz: {{chat.last_message.content}}

{{chat.unread_count }}