Yûsuf ibn Tâşfîn: Marakeş’in Kurucusu ve Murâbıtlar Devleti’nin Lideri
Yûsuf ibn Tâşfîn’in hüküm sürdüğü dönemde Murâbıtlar Devleti’nin en geniş sınırları (yaklaşık 1100 yılı). Yûsuf ibn Tâşfîn (Arapça: يوسف بن تاشفين, d. 1009 – ö. 1106), 11. yüzyılın önemli bir Berberî hükümdarı, Marakeş şehrinin kurucusu ve Murâbıtlar (Almoravîler) hanedanının en kudretli hükümdarıdır. Yaklaşık 1061’den 1106’daki vefatına dek hüküm süren Yûsuf, Kuzey Afrika’daki kabileleri siyasi bir çatı altında birleştirmiş, Mağrib (Fas) topraklarını ilk kez tam anlamıyla tek bir yönetim altında toplamış ve İber Yarımadası’ndaki (Endülüs) Müslüman beldelere müdahale ederek fetihler gerçekleştirmiştir. O dönemde “İki Karanın (Mağrib ve Endülüs) Hükümdarı” olarak anılan Yûsuf, devlet teşkilatı kurmadaki becerisi, askeri zaferleri ve dindar kişiliğiyle Orta Çağ İslam dünyasında derin izler bırakmıştır.
Doğumu, Ailesi ve Gençlik Yılları
Yûsuf ibn Tâşfîn, Lemtûne kabilesine mensup bir Sanhâce Berberî ailesinin çocuğu olarak 1006-1009 yılları civarında Büyük Sahra bölgesinde doğmuştur. Ailesinin kökeni, günümüzde Moritanya’nın Adrar yöresi olarak bilinen, Sahra Çölü’nün batısındaki Vâdî Nûn dolaylarına uzanır. Babası Tâşfîn bin İbrahim, annesi ise babasının amcasının kızı olan Fâtıma bint Sîr idi. Sanhâce konfederasyonunun bir kolu olan Lemtûne kabilesi o dönemde Sahra’da göçebe bir yaşam sürdürmekteydi ve Murâbıtlar hareketi’nin beşiği bu kabile ittifakı olmuştur. Yûsuf’un doğum tarihi tam olarak bilinmemekle birlikte, bazı tarihçiler onun öldüğü sırada yaklaşık yüz yaşında olduğunu kaydeder ki bu da doğum yılını 1006 civarına işaret eder. Çocukluk ve gençlik yıllarını Sahra’nın sert coğrafyasında geçiren Yûsuf, bedevî hayatının sadeliği ve dayanıklılığıyla yoğruldu. Fiziksel görünümü dönemin kaynaklarınca tipik bir Sahralı olarak tasvir edilir: Orta boylu, zayıf yapılı, esmer tenli, seyrek sakallı ve kıvırcık saçlı; siyah gözlü ve hafifçe kanca biçimli bir buruna sahipti. Mütevazı yaşam tarzını ve kanaatkâr tavrını ömrü boyunca koruduğu, gençliğinde edindiği sade alışkanlıklarını emir iken bile sürdürdüğü belirtilir. Eğitimini büyük ölçüde sahra ortamında, medrese gibi kurumsal ortamlardan ziyade seyyar âlimler ve vaizlerden aldığı sözlü derslerle gerçekleştirdi. Küçük yaşta Kur’an ve temel İslami ilimleri öğrense de, çölde medrese olmadığı için derin bir akademik eğitim almadı; ayrıntılı fıkhî meseleleri dönemin fakihlerine bırakmıştır. Bununla birlikte, Murâbıtlar hareketinin kurucusu olan Abdullah bin Yâsîn’in öğretilerinden nasibini almış, disiplinli ve dindar bir kişilik geliştirmiştir. Yûsuf ibn Tâşfîn’in aile yaşamı ve evlilikleri de siyasi yükselişiyle yakından ilişkilidir. Onun ilk ve en meşhur eşi Zeyneb bint İshak en-Nefzâviyye, zamanının “kadın veziri” olarak anılan akıllı ve nüfuzlu bir kadındı. Zeyneb, Yûsuf’la evlenmeden önce bölgenin önemli liderlerinden birkaçıyla evlilik yapmıştı. Önce Vürîke kabilesi şeyhi Ali bin Abdullah’la, ardından Aghmât Emiri Lekût el-Mağrâvî’yle evlendiği, Lekût’un ölümü sonrası ise Murâbıt lideri Ebû Bekr bin Ömer’le nikâhlandığı bilinmektedir. Ebû Bekr, 1060’ların başında Sahra’ya sefere çıkarken Zeyneb’i boşamış ve “Sen güzelliğe alışkın, narin bir kadınsın; çölün sert hayatına dayanamazsın. Bu yüzden seni boşuyorum; iddetin dolunca kuzenim Yûsuf ile evlen” diyerek onun Yûsuf’la evlenmesini bizzat teşvik etmiştir. Gerçekten de Zeyneb iddet süresi tamamlanınca Yûsuf’la evlenmiş ve 1071’deki vefatına dek Yûsuf’un en büyük destekçisi, devlet işlerinde danıştığı basiretli bir eş olmuştur. Yûsuf’un daha sonra Aişe adında başka bir eşi daha olmuş, ondan Muhammed bin Aişe adında bir oğlu dünyaya gelmiştir. Ayrıca Yûsuf’un bilinen çocukları arasında, ilk göz ağrısı olup Septe (Ceuta) valiliği yapan Temîm, halefi olacak Ali, ordu komutanlarından İbrahim ve Muhammed, ile kızları Kûne ve Rukayye sayılmaktadır.
Murâbıtlar Hareketi ve Siyasi Yükselişi
Murâbıtlar hareketi, 11. yüzyıl ortalarında Sahra bölgesinde, Berberî kabilelerinin dini ve siyasi bir reform arayışı sonucunda ortaya çıktı. Hareketin manevi lideri ve kurucusu, Güzelûla (Cezûle) kabilesinden gelen Maliki fakihi Abdullah bin Yâsîn idi. 1040’larda Sahra’da tebliğ faaliyetlerine başlayan Abdullah bin Yâsîn, bölgedeki Lemtûne, Cüdâle ve Messûfe gibi Sanhâce kabilelerini birleştirmeye çalıştı. Bu sırada Lemtûne kabilesinin liderleri olan Yahyâ bin Ömer ve onun kardeşi Ebû Bekr bin Ömer de askerî önderlikleriyle harekete katıldılar. 1048 yılı civarında, günümüz Moritanya topraklarında, Sahra’nın batısında kalan bölgede bu kabileler Abdullah bin Yâsîn önderliğinde birleşerek Murâbıtlar adını alan bir ribat (askerî dini tarikat) kurdular. Murâbıt (Arapça: el-murâbit) kelimesi “ribat ehli, sınır boylarında bekleyen gönüllü savaşçı” anlamına gelir; bu isim hareketin hem zahidane dini niteliğine hem de cihad ruhuna işaret etmekteydi. Yûsuf ibn Tâşfîn bu hareket saflarına, en başından itibaren ailevi bağları sayesinde dahil oldu. Lemtûne reisi Yahyâ bin Ömer ile Ebû Bekr bin Ömer, Yûsuf’un baba tarafından kuzenleriydi. Genç Yûsuf, kuzenlerinin davetiyle Abdullah bin Yâsîn’in Sahra’da kurduğu ilk ribat merkezine katıldı ve bu manevî-askerî topluluğun disiplinini benimsedi. 1050’lerin başında Murâbıtlar küçük ama çelik disiplinli bir ordu haline gelmişti. 1054’te Murâbıtların ilk önemli askerî başarısı gerçekleşti: Sahra ile Sudan sınırındaki önemli ticaret kenti Audagost ele geçirildi ve böylece Transsahra altın ticareti güzergâhı kontrol altına alınmaya başlandı. Bunu takiben 1056 yılında Yûsuf ibn Tâşfîn, Murâbıt ordusunun öncü komutanlarından biri olarak Sicilmâse (Sicilmassa) şehrinin fethine katıldı. Sicilmâse, Sahra’nın kuzey kenarında, Tafilalet bölgesinde önemli bir vaha şehri ve ticaret merkezuydu. Bu fethin ardından Murâbıt lideri Ebû Bekr bin Ömer, Yûsuf’u Sicilmâse valisi olarak atadı; Yûsuf burada kısa sürede yetenekli bir yönetici olduğunu göstererek şehrin düzenini tesis etti. Sonraki yıllarda Yûsuf komutasındaki Murâbıt kuvvetleri güney Fas’ın Sûs vadisi ve çevresine doğru ilerledi. Târûdânt gibi merkezleri barındıran Sus bölgesi o dönemde bazı heterodoks akımlara ev sahipliği yapıyordu; nitekim Târûdânt’ta Şiî-Bâtınî eğilimli Becîlîler adlı bir topluluk bulunmaktaydı. Yûsuf Târûdânt’ı fethettiğinde bu Şiî yapıyı ortadan kaldırdı; sağ kalanlar Sünni-Maliki anlayışı benimsemek zorunda kaldı. Murâbıtlar, Sahra’nın kuzeyine doğru ilerleyerek 1057 yılında Atlas Dağları’nın eteklerindeki Aghmât şehrine ulaştılar. Aghmât, o dönemde Marakeş bölgesinde önemli bir ticaret merkezi ve kültür merkeziydi; hem eski bir Hristiyanlık merkezi olarak anılıyor, hem de bir kısım Yahudileşmiş Berberî topluluğuna ev sahipliği yapıyordu. Şehrin hâkimi Lekût bin Yusuf el-Mağrâvî, Murâbıtlara direnemeyeceğini anlayınca kaçıp Tâdlâ bölgesine, Banû İfrân kabilesine sığındı. Yûsuf ibn Tâşfîn Aghmât’ı kolaylıkla ele geçirdi ve hemen ardından Tâdlâ üzerine yürüyerek Lekût’u yakalayıp öldürdü. Bu zaferden sonra, yukarıda bahsedilen evlilik olayı gerçekleşti: Murâbıt lideri Ebû Bekr, Lekût’un dul eşi Zeyneb en-Nefzâviyye ile evlendi; ancak az sonra Sahra’daki gelişmeler nedeniyle yola çıkarken onu boşayıp Yûsuf’la evlenmesini sağladı. 1058-1059 yıllarında Murâbıtlar için zor bir mücadele, Atlantik kıyısındaki Barġavâta emirliği üzerine sefer düzenlenmesiydi. Barğavâta, İslâm etkisinden uzak, kendine özgü senkretik bir inanca sahip bir Berberî prensliği idi ve liderleri geçmişte Salih bin Tarîf adında bir şahsı peygamber ilan etmişlerdi. Murâbıt ordusu Barğavâta üzerine cihad ilan ettiğinde şiddetli çarpışmalar oldu. Bu çatışmalardan birinde, hareketin kurucusu olan Abdullah bin Yâsîn ağır yaralanarak 1059 yılında şehit düştü. İmam Abdullah bin Yâsîn’in ölümü, Murâbıtlar hareketinde önemli bir boşluk yarattı; çünkü o hem dinî liderlik hem de fiilî hüküm yetkisini şahsında birleştirmişti. Onun vefatıyla birlikte, liderlik tek bir kişi üzerinde toplanmasa da Ebû Bekr bin Ömer emirlik makamını devraldı. Bu noktadan sonra, Murâbıtlar arasında “dinî önder” ile “siyasi-askerî önder” ayrımı belirdi ki, bu durum Yûsuf ibn Tâşfîn’in önünü açan bir etken olmuştur. İmam bin Yâsîn’in şehadetinden sonra Murâbıtlar fetihlerine devam ettiler. 1060-1061 yıllarında Murâbıt Emiri Ebû Bekr bin Ömer, bir yandan yeni fethedilen kuzey topraklarını idare etmek, diğer yandan da Sahra içlerinden gelen tehditleri bertaraf etmek zorunda kaldı. Tam bu sıralarda, Murâbıtların öz vatanı olan Sahra taraflarında beklenmedik gelişmeler oldu: Cüdâle ve Lemtûne kabileleri arasında yeniden anlaşmazlıklar baş göstermiş, Murâbıtların Sahra’daki birliği tehlikeye girmişti. Ebû Bekr bin Ömer, güneydeki bu kargaşayı bastırmak için ana ordunun önemli bir kısmıyla 1061 yılında Sahra’ya doğru yola çıktı. Ayrılırken kuzeyde fethedilen toprakların idaresini ve ordunun kumandasını güvendiği kuzeni Yûsuf ibn Tâşfîn’e emanet etti. Bu, Yûsuf için bir dönüm noktasıydı. Artık o, Murâbıtların kuzeydeki uç beyi ve fiilen Fas topraklarının valisiydi. Yûsuf ibn Tâşfîn, Ebû Bekr’in yokluğunda kendisine tevdi edilen yönetim görevini büyük başarıyla yerine getirdi. İlk iş olarak, henüz tam itaat altına alınmamış kuzey Fas bölgelerini düzene sokmaya koyuldu. Merkezi üssü olarak Aghmât’ı kullanan Yûsuf, kabileler arasındaki çekişmelere son vermeye, adil bir idare kurmaya çalıştı. Ayrıca bu dönemde ileride başkent olacak şehri kurmak için stratejik bir mevki arayışına başladı. Efsaneye göre Yûsuf ve kumandanları, Atlas Dağları’nın eteklerinde, sahile ve vaha bölgelerine yakın konumda geniş bir düzlükte karargâh kurdular. 1062 yılı dolaylarında burada askeri bir ordugâh tesis edildi; işte bu ordugâh zamanla Marakeş şehrine dönüşecekti. Marakeş’in kuruluş yeri olarak seçilen saha, dağların vadilerinden çıkan ticaret yolları ile Sahra’dan gelen kervan yollarının kesişim noktasına yakın, stratejik bir konumdu. Başlangıçta basit bir karargâh ve pazar yeri iken, birkaç yıl içinde surlar, binalar ve bahçelerle donatılarak gerçek bir şehre dönüştü. Marakeş, kuruluşuyla birlikte Murâbıtların yeni yönetim merkezi olmuş ve Aghmât’ın yerini almıştır. Nitekim “Marakeş” adı ilerleyen dönemde bütün bir ülkeye (Fas’a) adını verecek kadar önem kazanmıştır. Ebû Bekr bin Ömer, güneydeki iç meseleleri hallettikten sonra 1062 yılının sonunda veya 1063 başlarında Fas topraklarına geri döndü. Ancak döndüğünde kuzeni Yûsuf ibn Tâşfîn’in kuzeyde kazandığı otorite ve elde ettiği başarılar neticesinde iktidarı bırakmaya yanaşmadığını gördü. İki lider arasında bir iktidar mücadelesi yaşanma ihtimali belirmişti. Tarihçiler, bu kritik anda tarafların savaşmak yerine uzlaşıya yönelmesinde Zeyneb en-Nefzâviyye’nin önemli rol oynadığını belirtirler. Rivayete göre Zeyneb, eski eşi Ebû Bekr’e açıkça Yûsuf’u desteklediğini hissettirmiş ve gereksiz kan dökülmesine mani olmaya çalışmıştır. Sonunda Ebû Bekr bin Ömer, kuzeninin elde ettiği başarıyı ve halk üzerindeki nüfuzunu görerek çatışmaya girmedi; iktidarı fiilen Yûsuf’a bırakarak tekrar Sahra’ya yöneldi. Böylece Yûsuf ibn Tâşfîn 1063 yılı itibariyle Murâbıtlar devletinin tek hâkimi konumuna geldi. Ebû Bekr ise güneyde Murâbıt hareketinin ikinci kanadını yönetmeye devam etti. Bu fiili işbölümü yaklaşık 25 yıl sürdü: Yûsuf kuzeyde Mağrib’in fethi ve imarına odaklanırken, Ebû Bekr Sahra’nın güneyinde seferlerini sürdürdü. Yûsuf ibn Tâşfîn, liderliğini pekiştirdikten sonra bir yandan devlet teşkilatını sağlamlaştırdı, diğer yandan da fetihlere devam etti. 1060’ların ortalarından 1070’lere uzanan dönemde Fas’ın kuzeyindeki Fez, Sebte (Ceuta), Tanca (Tanger), Nekur Emirliği ve çevre bölgeler Murâbıt hakimiyetine girdi. Özellikle 1069-1070 yıllarında gerçekleşen Fez’in fethi, Murâbıtlar için dönüm noktalarından biridir. Fez şehri, bölgede Zenâte Berberîlerinin kurduğu eski bir krallığın merkeziydi ve bir süre Murâbıtlara direnmiş, hatta Magrâva ve Zenâte kabilelerinin desteğiyle isyan etmişti. Yûsuf, uzun süren kuşatmalar neticesinde 18 Mart 1070 tarihinde Fez’i ele geçirmeyi başardı. Şehir savaşlar sebebiyle harap olduğundan, fetihten sonra imar faaliyetlerine girişti: Fez’in iki tarihi mahallesi (Küçük Endülüs Mahallesi ve Kayrevanî Mahallesi) birleştirildi, yeni surlar ve kalesi inşa edildi; camiler ve hamamlar yapılarak şehir canlandırıldı. Fez’in yeniden bayındır hale getirilmesi, Yûsuf’un sadece bir fatih değil, aynı zamanda bir devlet kurucusu olduğunun göstergesiydi. Fez’den sonra, 1070’lerin ortalarında Fas’ın kuzeybatısındaki Sefû (Sefrou), Tâza ve Rif bölgesindeki Berberî gruplar Murâbıtlara boyun eğdiler. Yûsuf’un ordusu Atlas Okyanusu’ndan Akdeniz kıyılarına kadar ulaşmış; 1074-1075’te Fas ile Cezayir arasındaki Miknâse kabilelerini ve doğudaki Gırnâta (Cerne) havzasını da kontrol altına almıştır. 1076 yılında Tanca ve çevresi de Murâbıt topraklarına katıldı. Kuzeybatı Afrika’nın büyük kısmı artık Yûsuf’un idaresindeydi. Sadece İspanya’ya çok yakın stratejik limanlar olan Sebte (Ceuta), ve bir süre Tanca gibi bazı sahil şehirleri Murâbıt idaresine girmekte gecikmiş, fakat nihayetinde 1080’lere varmadan bu son kalıntılar da Murâbıt devletine dahil olmuştur. Artık Murâbıtlar, batıda Atlas Okyanusu’ndan doğuda Cezayir’in Tlemsen yöresine kadar uzanan muazzam bir coğrafyaya hükmediyordu. Bu dönemde Yûsuf, “Müslümanların Emîri (Emîrü’l-Müslimîn)” unvanını benimseyerek Abbâsî halifesine bağlılığını bildirdi; Halife adına hutbe okutmakla yetinip kendi adına halife unvanı almaktan kaçındı. Abbâsî Halifesi Müstazhir Billâh da Bağdat’tan gönderdiği bir fermanla Yûsuf’u Mağrib ve Endülüs Sultanı olarak tanımış, böylece Yûsuf’un idaresi meşruiyet kazanmıştır. Öte yandan, Murâbıt devletinin iki kanada ayrıldığı bu süreçte güney cephesinde de önemli hadiseler cereyan etmekteydi. Ebû Bekr bin Ömer, Sahra’nın güneyinde seferlerine devam etmiş, 1076 yılı civarında Batı Afrika’daki ünlü Gana (Gana) İmparatorluğunu mağlup ederek başkenti Kumbî Sâleh’i ele geçirmiştir. Bu zafer, Sahra altı Afrika ile Kuzey Afrika arasındaki altın ve tuz ticaret yollarının Murâbıtlar eline geçmesi anlamına geliyordu. Ancak Ebû Bekr’in 1087’de ölümünden sonra Murâbıtların Sahra ötesindeki kontrolü zayıfladı; Berberî kabileler arasında eski rekabetler yeniden canlandı ve Gana gibi yerel güçler kaybettikleri bölgelerin bir kısmını geri aldılar. Böylece Yûsuf ibn Tâşfîn döneminde Murâbıt Devleti esas olarak Mağrib-i Aksa (Fas) ve Endülüs odaklı bir siyaset izlemeye yöneldi. Nitekim tarihçi Jean Bosch’un belirttiği gibi, 1062-1106 arasında Yûsuf ibn Tâşfîn idaresindeki Murâbıtların tarihini büyük ölçüde “Fas (Mağrib) tarihi” olarak görmek mümkündür.
Marakeş’in Kuruluşu ve Başkent Oluşu
Murâbıtların başkenti olarak Marakeş’in inşası, Yûsuf ibn Tâşfîn’in en kalıcı miraslarından biridir. Yukarıda değinildiği üzere 1060’ların başında Aghmât yakınlarında kurulmaya başlanan ordugâh, Yûsuf’un ileri görüşlülüğü sayesinde planlı bir şehre dönüştü. Geleneksel anlatılara göre, Yûsuf ve komutanları Marakeş’in yerini belirlerken, bölgenin iklimi ve coğrafi avantajlarını göz önünde bulundurdular. Şehir, Atlas Dağları’ndan inen suların hayat verdiği bir vahaya yakındı ve hem güneyden gelen Sahra kervan yollarının, hem de kuzeydeki Fas şehirlerine uzanan güzergâhların kavşağındaydı. İlk etapta Marakeş bir çadırkent ve pazar yeri gibiydi; fakat Yûsuf ibn Tâşfîn, Ebû Bekr’in yokluğunda geçen iki yıl boyunca (1062-1063) bütün enerjisini bu yeni merkezî ordugâhın altyapısını kurmaya adadı. 1070 yılına gelindiğinde Marakeş artık resmen Murâbıt Devleti’nin başkenti olarak anılmaktaydı. Hatta bazı kaynaklar, şehrin kurucu resmî unvanını Ebû Bekr bin Ömer’e atfetse de, Marakeş’in gelişimi tamamen Yûsuf’un idaresinde gerçekleşmiştir. Şehrin etrafı kerpiçten surlarla çevrilmiş, iç kısımda emir için bir kasr (saray) ve garnizon için kaleler inşa edilmiştir. Zamanla camiler, çarşılar ve kervansaraylar da eklendi. Marakeş, kurulduktan sonraki birkaç on yıl içinde sadece Murâbıtların idari merkezi değil, aynı zamanda İslam dünyasının batı ucunda önemli bir şehir devleti haline geldi. Murâbıt hükümdarları Marakeş’i imar etmeye devam etti ve özellikle sonraki Almohad (El-Muvahhidûn) hanedanı döneminde şehir, görkemli anıtlarla süslenerek büyüdü. Yûsuf ibn Tâşfîn, başkent Marakeş’te idareyi tesis ettikten sonra, burayı hem Mağrib’deki seferlerinin üssü hem de ileride Endülüs’e yapacağı çıkarmaların hazırlık noktası olarak kullandı. Nitekim Yûsuf’un vefatından sonra da Marakeş, Murâbıt ve ardından gelen hanedanların (Muvahhid ve Merînîler) idare merkezi olmayı sürdürmüştür.
Endülüs’e Müdahalesi ve Zaferleri
Yüzyılın ikinci yarısında, İber Yarımadası’ndaki Müslüman yönetimler (genel adıyla Endülüs), Tavaif-ül Mülûk (Mulûk et-tevâif) denilen küçük ve bölünmüş emirliklere ayrılmış durumdaydı. Bu taife devletleri, bir yandan birbirleriyle rekabet ederken bir yandan da kuzeydeki Hristiyan krallıklara vergi (harac, parias) ödeyerek varlıklarını sürdürmeye çalışıyorlardı. Endülüs’ün en güçlü taifelerinden Sevilla (İşbiliye) Emiri Mu‘temid bin Abbâd, Badajoz (Beleçy) Emiri Mutuvekkil bin Aftas gibi yöneticiler, Kastilya Leon Kralı VI. Alfonso’ya yıllık haraç vermekteydi. Ancak Hristiyan Reconquista (Yeniden Fetih) hareketi hız kesmeden ilerliyordu: Kastilya kuvvetleri 1085 yılında Müslümanların önemli şehirlerinden Toledo’yu ele geçirerek Endülüs’ün kalbine ciddi bir darbe vurdu. Bu durum karşısında, kendi aralarındaki çekişmelere rağmen Endülüs’ün Müslüman emirleri, Kuzey Afrika’daki güçlü Murâbıt Sultanı Yûsuf ibn Tâşfîn’den yardım isteme noktasına geldiler.
Rivayete göre, Sevilla Emiri Mu‘temid bin Abbâd, Alfonso’nun Toledo’yu almasının ardından “Ben domuz çobanı olacağıma Afrika’da deve güden biri olurum daha iyi” diyerek Hristiyanların boyunduruğunu reddedeceğini, bunun yerine Berberîlerden yardım istemenin onurlu olacağını dile getirmiştir. Neticede 1086 yılının baharında Sevilla ve Badajoz emirleri, Yûsuf ibn Tâşfîn’e elçiler göndererek Hristiyanların tehdidine karşı acil yardım talebinde bulundular. Bu davet ulaştığında, Yûsuf ibn Tâşfîn de Kuzey Afrika cephesinde önemli bir operasyonla meşguldü: Sebte (Ceuta) şehri hala Murâbıtlara direnmekteydi ve Yûsuf bizzat Sebte kuşatmasını yönetmekteydi. Fakat Endülüs’ten gelen çağrıyı İslam’ın ve Müslümanların korunması için bir fırsat olarak gördü. Dini meşruiyeti vurgulamak adına “gazâ ve cihad” şiarıyla sefere hazırlanmaya başladı. Murâbıtlar’ın saf Sünni-Maliki anlayışını Endülüs’e taşımayı ve bölünmüş Müslümanları ortak düşmana karşı birleştirmeyi hedefleyen Yûsuf, Endülüs seferini bir bakıma “din kardeşlerinin imdadına koşma” misyonu olarak ilan etti. Yûsuf ibn Tâşfîn, yaklaşık 7.000 ila 10.000 kişilik seçkin bir Berberî ordusuyla, 1086 yılı Ekim ayında Kuzey Afrika’dan gemilerle Cebelitarık Boğazı’nı geçti. İspanya kıyısına Algeciras civarından çıkan Yûsuf, Endülüs ordularıyla birleşip doğrudan Kastilya kralının üzerine yürüdü. İki ordu 23 Ekim 1086 tarihinde, Badajoz yakınlarında Zallaka (Sagrajas) denilen mevkide karşılaştı. Yûsuf ibn Tâşfîn, cuma günü gerçekleşen bu muharebede 77 yaşında olmasına rağmen bizzat ordusunun başında “başkumandan” olarak savaşmıştır. Zallaka Muharebesi, İber yarımadası tarihinde dönüm noktalarından biridir. Yûsuf’un stratejisi, kendi birliklerini murâbıtun (ribat ehli) geleneğinin disiplinine uygun bir şekilde düzenlemek ve Endülüslü müttefiklerinin de maneviyatını yüksek tutmaktı. Savaş esnasında Murâbıt ordusunun seçkin birliğini ihtiyatta tutarak düşmanı yıprattı ve uygun anda bu taze kuvvetle Kastilya ordusuna arkadan saldırdı. Sonuçta Alfonso VI’nın ordusu ağır bir yenilgiye uğradı; kendisi canını zor kurtardı. Müslüman kaynakları, zaferin büyüklüğünü vurgularken, bu muharebede Hristiyan ordusunun üçte ikisinin imha edildiğini kaydederler. Zallaka Zaferi, Endülüs Müslümanlarına büyük bir moral sağladı ve Reconquista’nın hızını bir süreliğine kesti. Ancak bu zafer tam manasıyla değerlendirilemedi; çünkü Yûsuf ibn Tâşfîn, çok geçmeden ordusuyla birlikte Fas’a dönmek zorunda kaldı. Rivayete göre en sevdiği oğullarından birinin (Muhtemelen Valîd veya Fadl adlı oğlu) ölüm haberi kendisine ulaşmış, Yûsuf da derhal Mağrib’e dönüp yerini sağlamlaştırmayı tercih etmiştir. Bu sebeple, 1086 sonbaharındaki zaferin ardından Murâbıt ordusu Endülüs’ten çekildi. Düşman kral Alfonso, yaralarını sarma fırsatı buldu ve Endülüs’teki Hristiyan baskısı kısa sürede tekrar hissedilmeye başlandı. Yûsuf, Endülüs işlerini ilk seferden sonra yakından takip etmeye devam etti. 1087-1088 yıllarında Endülüs’teki taife emirleri aralarındaki çekişmelere dönmüş, hatta bazıları Alfonso ile uzlaşma arayışına girmişti. Bu durum Yûsuf’u hayal kırıklığına uğrattı. 1088’de Murâbıt kuvvetleri Endülüs’e geçerek Aledo Kalesi’ni (Murcia civarında, Hristiyanların elindeki stratejik bir mevkii) kuşattılar. Ne var ki, taife kralları arasındaki uyumsuzluk yüzünden kuşatma başarısız oldu; Yûsuf yıl sonunda tekrar ordusunu Afrika’ya çekti. Bu ikinci seferin sonuçsuz kalması, Yûsuf’u Endülüs siyasetinde daha köklü bir müdahaleye sevk etti. Taife emirlerinin gevşekliği ve Hristiyanlarla iş birliğine meyletmeleri karşısında, Yûsuf “Endülüs’ü kurtarmanın yolunun bu ufak emirliklere son verip doğrudan idareyi üstlenmek olduğunu” düşünmeye başladı. Bu amaçla Bağdat’taki ulemadan ve Mağrib’teki kadılardan fetvalar topladı. Nitekim önde gelen Maliki alimler, “Taife melikleri dinin ve vatanın maslahatı için azledilebilir” mealinde fetvalar vermişlerdi. Özellikle Gırnata ve Mâlaga’daki Zîrî Hanedanı’nın, Endülüs’ün savunmasını zayıflattığı, dolayısıyla bunların hilafeten azline cevaz bulunduğu bildirildi. Bu dini-siyasi meşruiyet zemini hazır olunca Yûsuf ibn Tâşfîn, Haziran 1090’da üçüncü kez Endülüs’e geçti. Bu defa, geliş sebebi taife emirlerinin daveti değil, bizzat kendi inisiyatifiydi ve amacı Endülüs’teki siyasi parçalanmışlığı sonlandırmaktı. Murâbıt ordusu süratle ilerleyerek neredeyse direnişle karşılaşmadan Kurtuba (Cordoba) önlerine geldi. Ardından Gırnata’ya yönelen Yûsuf, oranın Zîrî Emiri Abdullah bin Buluggîn’e tahttan feragat etmesini, aksi halde savaşacağını bildirdi. Gırnata Emiri direnmeye çalışsa da halk desteği bulamadı ve şehir Murâbıtlara kapılarını açtı; Zîrî ailesi mensupları yakalanıp sürgüne gönderildi. Eş zamanlı olarak Mâlaga’daki Zîrî Emirliği de ilga edildi. Bu gelişmeler üzerine batı Endülüs’ün güçlü hükümdarı Sevilla Emiri Mu‘temid bin Abbâd, Murâbıtlara direnmek yerine teslim olmayı tercih etti. Eylül 1091’de Murâbıt kuvvetleri hiçbir ciddi muhalefet görmeden İşbiliye (Sevilla)’ye girdi; Mu‘temid bin Abbâd esir alınarak ailesiyle birlikte Afrika’ya, Marakeş yakınlarındaki Aghmât’a sürgüne gönderildi. Onun ardından Gırnata, Mâlaga, İşbiliye, Bâcâ (Badajoz) gibi Endülüs’ün en önemli şehirleri Yûsuf’un yönetimine geçti. Bu şehirlerin yerel emirleri devrilmiş, bizzat Yûsuf tarafından atanan Murâbıt valileri işbaşına getirilmiştir. Tarihçiler, Yûsuf’un bu süreçte oldukça temkinli ve merhametli davrandığını yazarlar; zira esir alınan taife krallarının çoğuna (Mu‘temid hariç) nispeten iyi muamele edilmiş, canları bağışlanmıştır. Ne var ki, halk nazarında Murâbıtlar başlangıçta “kurtarıcı” olmaktan çok “fatih” muamelesi gördüler; Endülüs’ün saray ve şehir elitleri, çöl kökenli bu sert disiplinli Berberî idaresine alışmakta zorluk çekti. Nitekim ünlü tarihçi Richard Fletcher, “Murâbıtlar, taife krallarının şatafatını ve sefahatini eleştiren dar çevreler dışında Endülüs’te pek sevilmediler; kurtarıcı olarak gelmişlerdi, ama fetheden gibi davrandılar” diyerek bu duruma işaret eder. Murâbıtlar Endülüs’ün büyük bölümünü kontrol altına aldıktan sonra, doğuda henüz ele geçirilemeyen Valencia meselesi kalmıştı. Valencia kenti, ünlü İspanyol şövalyesi Rodrigo Diaz de Vivar (El Cid) ile adı anılan, Müslümanlar ve Hristiyanlar arasında birkaç kez el değiştiren bir bölgeydi. 1092 yılında Valencia’daki Müslüman ahali, El Cid’in tayin ettiği kukla emir el-Kâdir’i devirip Murâbıtlara bağlılık işareti verdiler. Bunun üzerine El Cid şehri geri almak için kuşattı ve Temmuz 1094’te Valencia’yı tekrar ele geçirdi. Yûsuf ibn Tâşfîn, bu dönemde 80 yaşını geçmiş olmasına rağmen, Endülüs’teki işleri yakından takip ediyordu. El Cid’e karşı başarılı olamayan akrabaları ve komutanlarından sonra, 1097 yılında dördüncü kez Endülüs’e geçti ve bizzat sefere çıktığına dair haberler vardır. Aynı yıl içinde Endülüs’ün orta kesiminde Kastilya kralı Alfonso VI ile bir kere daha karşı karşıya geldi. 15 Ağustos 1097’de gerçekleşen Consuegra Muharebesi’nde Murâbıtlar Alfonso’yu bir kez daha mağlubiyete uğrattılar; bu savaşta El Cid’in oğlu Diego da öldürüldü. Consuegra zaferi, Yûsuf’un ilerlemiş yaşına rağmen askeri kabiliyetinde bir eksilme olmadığını gösterdi. El Cid 1099’da öldüğünde, Valencia hala onun ailesinin elindeydi. Yûsuf ibn Tâşfîn, son yıllarında Valencia’yı da İslam diyarına katmak için azim gösterdi. 1100 yılının sonlarında güvendiği komutanlarından Mazdâlî bin Tûmlûk kumandasındaki Murâbıt ordusu, Valencia üzerine yürüdü. Kuşatma uzun sürdü; Hristiyan savunucular El Cid’in dul eşi Jimena yönetiminde şehri savunurken, Alfonso VI yardıma geldi. Ancak durum ümitsiz hale gelince Hristiyanlar geri çekilirken şehrin Büyük Cami’sini yakıp Valencia’yı terk ettiler. Böylece Mayıs 1102’de Murâbıtlar Valencia’ya girdi ve doğu Endülüs tamamen Yûsuf’un egemenliğine girmiş oldu. Bu başarıdan sonra, Yûsuf ibn Tâşfîn artık “İslam dünyasının batısındaki en güçlü hükümdar” konumundaydı ve hakimiyeti altındaki topraklar kuzeyde Ebro Vadisi’nden güneyde Sahra’ya, doğuda Cezayir sınırlarından batıda Atlantik Okyanusu’na uzanıyordu. Murâbıtlar’ın Endülüs’teki fetihleri, yaklaşık 15 yıllık bir süreçte gerçekleşmiş ve Endülüs’ü Hristiyan işgalinden bir süreliğine korumuştur. Yûsuf ibn Tâşfîn, Endülüs topraklarını doğrudan Murâbıtlar Devleti’nin eyaleti haline getirdi. Örneğin Sevilla, Kurtuba, Gırnata gibi merkezlere kendi valilerini atadı ve bu valiler genellikle Yûsuf’un akrabaları veya güvendiği komutanlardı. Yûsuf ayrıca Endülüs’te yönetimin sürekliliğini sağlamak için oğlu Ali bin Yûsuf’u bu toprakların idaresine hazırlamaya başladı. 1103 yılının başlarında Yûsuf, oğlu Ali’yi de yanına alarak beşinci ve son kez Endülüs’e geçti. Kurtuba’da büyük bir merasim tertip edilerek, Endülüs’ün önde gelen kadıları, emir artıkları ve ileri gelenleri huzurunda Ali bin Yûsuf’u veliaht ilan etti. Hatta törene, henüz bağımsız kalabilmiş tek Müslüman hükümdar olan Sarakusta (Zaragoza) Emiri’nin oğlu da katılmıştı; bu, Yûsuf’un bölgedeki son bağımsız emirlik üzerinde de nüfuz kurduğunu gösteriyordu. Aynı yıl, Yûsuf Endülüs’teki idari düzenlemeleri yapmak üzere bir süre Granada ve çevresini teftiş etti; Tlemsen bölgesine de yeni bir vali atayarak (zira Tlemsen civarı Doğu’daki Hammadîler ile sınırdı) Endülüs’ten Marakeş’e döndü.
Yönetimi ve Reformları
Yûsuf ibn Tâşfîn, geniş topraklara yayılan Murâbıtlar Devleti’ni idare ederken, güçlü bir merkezi idare ve disiplinli bir askeri düzen kurmayı başardı. Onun yönetim felsefesi, İslâm hukukuna sıkı bağlılık, lüzumsuz vergi ve zulmün kaldırılması, adaletin tesis edilmesi üzerine kuruluydu. Murâbıtlar hareketi başından beri Sünnî-Maliki bir ruh taşıdığından, Yûsuf da kendi iktidarında Maliki fakihlere büyük itibar gösterdi. Öyle ki, devlet işlerinde kadıların ve fakihlerin görüşlerini önemser, şeriata uygun olmayan uygulamaları engellerdi. Dönem kaynakları, “Maliki fakihler din ve siyasette hatırı sayılır nüfuza sahipti” derken tam da bu duruma işaret eder. Yûsuf, kendisini bir “Mücahid Sultan” olarak gördüğü için, devletin meşruiyet temelini de dinin korunması ve yayılması olarak belirlemişti. Bu çerçevede, Kuzey Afrika’da feth ettiği bölgelerde sapkın gördüğü akımlara (Barğavâta gibi) son vermiş, Endülüs’te de içki, eğlence düşkünü sarayları disiplin altına almıştır. Vergi politikası da İslami esaslara uygun şekilde yeniden düzenlendi; şer’î vergiler (öşür, zekat) dışındaki ağır yükümlülükler hafifletildi ki bu da sıradan halk tarafından memnuniyetle karşılandı. Nitekim Murâbıt fütuhatının hızlı başarısında, “şer’î olmayan vergilerin kaldırılması ve katı dinî ortodoksluğun sağlanması” gibi icraatların halk desteği kazandırdığı belirtilir. Devlet teşkilatlanmasına gelince, Yûsuf ibn Tâşfîn karma bir mirasa sahipti: Bir yanda Berberî kabile gelenekleri, diğer yanda feth ettiği topraklardaki Arap-İslam bürokrasi kültürü. Yûsuf, bu ikisini harmanlayarak işleyen bir sistem kurdu. Örneğin, orduyu beş ana birliğe ayırdı; bu birliklerden en büyüğünün komutanlığını bizzat kendisi üstlenirken, diğerlerini güvendiği emîrlere tevdi etti. Ordu çekirdeği Berberî süvarilerinden oluşmakla birlikte, Endülüs’ten katılan unsurlar ve Sudan bölgesinden getirilen takviye askerler de vardı. Özellikle Murâbıt ordusunda ün salan Senegal asıllı zenci birlikler kaynaklarda zikredilir; bunlar Yûsuf’un seferlerinde öncü vurucu güç olarak kullanılmıştır. Donanma konusunda Murâbıtlar başlangıçta zayıf idi, ancak Yûsuf döneminde Cebelitarık geçişleri sayesinde bir filo oluşturmanın gereği anlaşıldı. Endülüs kıyılarından elde edilen gemilerle ve Mağrib sahillerindeki tersanelerde küçük çaplı da olsa bir deniz gücü kurulduğu bilinmektedir. Yûsuf ibn Tâşfîn, idari taksimatta fethettiği bölgelerin çoğunu vilayet haline getirip başına güvendiği valiler atadı. Kuzey Afrika’da Fez, Tlemsen, Tunus sınırına dek uzanan batı Cezayir bölgesi gibi yerlerde Murâbıt valileri görev yaptı. Endülüs’te ise Kurtuba, İşbiliye, Gırnata, Valencia gibi önemli vilayetler doğrudan Marakeş’e rapor veren valilerce idare edildi. 1102 yılında Yûsuf, Doğu sınırındaki Tlemsen vilayetine yeni bir vali atadı; zira Hammadî devletiyle (Cezayir’deki) sınır sorunları çıkmaktaydı ve Yûsuf, doğuda fiilen bir tampon bölge oluşturarak Almoravit-Murâbıt etki alanını Sabârta (bugün Tunus sınırları) yakınına kadar genişletmişti. Bununla birlikte Yûsuf, Kuzey Afrika’nın doğusuna (İfrikiye/Tunus ve ötesine) yayılma konusunda ihtiyatlı davrandı. Bazı tarihçiler, 1083’te Murâbıt ordusunun Cezayir şehrine kadar ilerleyip orada bir cami inşa ettikten sonra daha fazla ilerlememesini Berberî dayanışması ile açıklarlar. Ünlü Mağrib tarihçisi İbn Haldun’a dayanarak, Murâbıtlar (Sanhâce) ile doğudaki Zenâte-Berberîleri arasında tarihsel bir yakınlık olduğu, bu yüzden Yûsuf’un onların topraklarına saldırmaktan imtina ettiği öne sürülmüştür. Ancak modern tarihçiler, esas sebebin Endülüs cephesinin öncelik kazanması olduğunu, Yûsuf’un insan ve kaynak gücünü Hristiyanlara karşı seferlere yönelttiğini belirtirler.
Dini Görüşleri ve Entelektüel Çevresi
Yûsuf ibn Tâşfîn’in dünya görüşü ve devlet anlayışı, İslam dinine sıkı bağlılık ve Maliki mezhebinin geleneklerine saygı ekseninde şekillenmiştir. Murâbıtlar hareketi, kuruluş gayesi itibariyle Kuzey Afrika’daki dinî-sağlamlık eksikliğine cevap olarak doğmuştu; dolayısıyla Yûsuf da kendisini bir mücahid emîr olarak görüyordu. Murâbıtlar’ın benimsediği Malikilik, Endülüs ve Mağrib’de yaygın Sünnî mezhepti. Yûsuf döneminde Maliki fakihler sadece dinî konularda değil, yönetim ve adalet mekanizmalarında da söz sahibi oldular. Şer’î hükümlere uyum, Yûsuf’un hem özel hayatında hem kamusal icraatlarında belirleyici idi. Örneğin, onun sefere çıkarken yanına Kur’an nüshaları ve fakihler aldığı anlatılır. Yûsuf’un şahsi dindarlığı da tarihçilerce övülür: Lüks ve israftan kaçındığı, ordugahında bile sade kıl çadırlarda kaldığı, zafer sonrasında Allah’a şükür için nafile oruç tuttuğu rivayet olunur. Kendisinin “zahid ve adil” bir hükümdar olduğu, gaza ganimetlerinden kendi payına düşeni dahi fakirlere dağıttığı nakledilmiştir. Yûsuf ibn Tâşfîn devrinde entelektüel çevre denince, özellikle Endülüs ile Mağrib kültürünün buluşması akla gelir. Endülüs’ün Murâbıt idaresine geçmesiyle birlikte, pek çok Endülüslü âlim, edip ve sanatkâr Marakeş ve Fez gibi şehirlere gelmiş, Kuzey Afrika’daki kültürel hayat canlanmıştır. Ancak Murâbıtlar, dinî konularda oldukça muhafazakâr bir çizgi izlediği için, felsefe veya bid’at sayılabilecek akımlar hoş karşılanmamıştır. Nitekim büyük İslam düşünürü İmam Gazâlî’nin bazı eserleri (örneğin İhyâu Ulûmi’d-Dîn), Murâbıt kadıları tarafından “sufî meşrep” olduğu gerekçesiyle Endülüs’te yasaklanmıştır. Bununla beraber, Murâbıtlar zamanında kadim Kayrevân Üniversitesi ve Kurtuba medreseleri ile ilişki sürdüren pek çok alim yetişmiştir. Yûsuf’un Endülüs seferlerinden birinde ünlü Maliki fakih Kadı Ebû Bekr ibnü’l-Arabî’yi bizzat yanında Mağrib’e götürdüğü ve onu, Abbâsî halifesine elçi olarak gönderdiği bilinmektedir. Yine Endülüs’ün tanınmış fakihlerinden İmam et-Turtûşî ile yazışarak kendisine nasihatler istediği kaynaklarda geçer. Bu durum, Yûsuf’un bilgiye ve ulemanın görüşlerine verdiği önemin göstergesidir. Marakeş şehri Murâbıtların başkenti olduktan sonra ilim ve kültür faaliyetleri de burada yoğunlaşmaya başladı. Yûsuf ibn Tâşfîn’in sarayında devrin kronikçileri, şairleri zaman zaman ağırlanmıştır. Her ne kadar Murâbıtlar’ın katı tutumu sebebiyle Endülüs tarzı ince sanatlar (örneğin müzik, şiir meclisleri) geri planda kalmışsa da, el yazması eserlerin çoğaltılması, Kur’an eğitim merkezlerinin kurulması teşvik edilmiştir. Yûsuf’un oğlu Ali bin Yûsuf döneminde bu entelektüel hamleler daha da artacak; mesela 12. yüzyıl başlarında meşhur allâme İbn Rüşd’ün büyükbabası Kadı İbn Rüşd ve Kadı İyâz gibi isimler Murâbıt idaresinde önemli mevkilerde bulunacaklardır. Bu açıdan bakıldığında, Yûsuf ibn Tâşfîn dönemi, Endülüs-Mağrib ortak kültür havzasının tohumlarının atıldığı bir geçiş devri sayılabilir. Endülüs şehirlerinin mimarî tecrübeleri de Marakeş ve Fez’de yansımıştır: Mesela Fez’deki Kadim Kayrevanîye Camii genişletilmiş, Marakeş’te ilk büyük cami ve su kanalları inşa edilmiştir. Yûsuf ibn Tâşfîn her ne kadar Arapçaya tam hakim olmasa da (Berberî dili konuştuğundan dolayı Arapçayı aksanlı konuştuğu rivayet edilir), idaresi altındaki topraklarda Arap dili ve kültürünün kökleşmesini sağlayan süreçleri başlatmıştır.
Vefatı ve Tarihsel Mirası
Yûsuf ibn Tâşfîn, neredeyse bir asra yaklaşan bereketli bir ömür sürdükten sonra 4 Eylül 1106 tarihinde, Marakeş’te vefat etti. Ölüm tarihi hicri 500 yılının Muharrem ayının 1’ine tekabül eder ki, bu tarih kendi kurduğu Murâbıt Devleti’nde bir devrin sonu olarak kabul edilir. Vefat ettiğinde yaşı 97 civarında olan Yûsuf, Endülüs fatihi Tarık bin Ziyad’dan sonra Mağrib’in gördüğü en büyük askeri liderlerden biri addedilmiştir. Cenazesi Marakeş’teki sarayında (el-Kasr) defnedildi. Türbesi –ki yerel dilde Dârîh Yûsuf bin Tâşfîn olarak bilinir– Marakeş’in merkezinde, ileriki yüzyılda inşa edilecek Kutubiyye Camii’nin yakınında bulunmaktadır. Günümüzde Yûsuf’un mezarı, sade bir yapı halinde korunmakta ve halkın ziyaretine açıktır. Her ne kadar uzun süre bakımsız kaldığı yönünde eleştiriler olduysa da, yakın zamanda Fas yerel yönetimleri türbeyi onarmış ve Yûsuf ibn Tâşfîn’in hatırasına sahip çıkmıştır. Yûsuf ibn Tâşfîn’in ardından yerine oğlu Ali bin Yûsuf geçti. Ali bin Yûsuf (1106-1143) babasının izinden giderek dindar ve adil bir hükümdar olmaya gayret etti; hatta 1135’te Fas’taki meşhur Karaviyyîn (Karaouine) Camii’ni genişletip üniversite külliyesini desteklediği kaydedilir. Murâbıtlar Devleti Yûsuf’un vefatından sonra yaklaşık 40 yıl daha varlığını sürdürdü. Ancak Yûsuf’un kurduğu düzen, ömrünün sonuna doğru belirmeye başlayan bazı tehditlerle yüzleşmek zorunda kaldı. Endülüs’te Murâbıt yönetimine karşı tepkiler, özellikle 1110’lardan itibaren belirginleşti; bazı şehirlerde (örneğin Kurtuba’da) isyanlar çıktı. Kuzeydeki Hristiyan krallıklar, Murâbıtların güçlü döneminde duraksayan Reconquista harekâtını Yûsuf’un ölümünün ardından yeniden hızlandırdılar. Bu arada, Mağrib’in kendi iç dinamiklerinden doğan yeni bir reformist-Berberî hareket, Murâbıtlar için asıl büyük tehdit oldu: Muvahhidler (Almohadlar) adıyla bilinen ve Masmûde kabileleri arasında zuhur eden bu hareket, Yûsuf’un ölümünden yaklaşık 15 yıl sonra (1121 civarında) ortaya çıktı ve kısa sürede Murâbıt topraklarına saldırıya geçti. Ali bin Yûsuf döneminde Hristiyan cephede 1118’de Zaragoza’nın düşmesi, 1139’da Portekiz’in bağımsızlığını ilan etmesi gibi kayıplar yaşanırken, güneyde Muvahhidler 1147 yılında Marakeş’i ele geçirerek Murâbıt hâkimiyetine son verdiler. Murâbıt hanedanının son üyeleri, Endülüs’te kısa süre tutunmaya çalıştıysa da 1147’de onlar da sahneyi terk ettiler. Her ne kadar Murâbıtlar Devleti siyasi olarak 12. yüzyıl ortasında tarihe karışmışsa da, Yûsuf ibn Tâşfîn’in mirası hem bölgesel tarih hem de İslam medeniyeti açısından kalıcı olmuştur. İlk olarak, Yûsuf Kuzey Afrika’da kalıcı bir siyasi birlik tesis etmiştir. Onun dönemine dek Mağrib, birçok küçük emirlik ve kabile konfederasyonu arasında bölünmüşken, Yûsuf bu toprakları tek idare altında toplamıştır. Bu nedenle bazı tarihçiler onu “Batı İslam dünyasındaki ilk Berberî imparatorluğun gerçek kurucusu” olarak niteler. İmparatorluğunun en geniş sınırları güneyde Nijer Nehri havzasından kuzeyde Ebro Nehri’ne kadar uzanmıştır ki, bu coğrafya içinde Afrika ve Avrupa topraklarını birlikte yönetme başarısını ilk defa Yûsuf göstermiştir. İkinci olarak, Endülüs’ün İslam medeniyeti dairesinde kalma süresi Yûsuf sayesinde uzamıştır. Eğer 1080’lerde Murâbıt müdahalesi olmasaydı, muhtemeldir ki Toledo’nun düşüşünü takiben Sevilla, Granada gibi büyük şehirler de birer birer Hristiyanların eline geçecek ve Müslüman Endülüs çok daha erken tarihte sona erecekti. Yûsuf ibn Tâşfîn Endülüs’e dört kez ordu göndererek ve nihayet toprakları doğrudan idaresine alarak, İberya’daki Müslüman varlığını en az bir asır daha sürdürmeyi başarmıştır. Nitekim Endülüs tarihine dair popüler bir ifadede Yûsuf’un “Endülüs’ün düşüşünü dört asır geciktiren hükümdar” olduğu belirtilir. Üçüncü olarak, Yûsuf’un kurduğu Marakeş şehri bugün dahi ayakta olan bir kültür mirasıdır. “Fusûlü’l-Murâbıtûn” (Murâbıtların Kubbesi) adıyla bilinen su dağıtım yapısı ve Marakeş’in ilk dönem sur kalıntıları, Yûsuf devrinden bugüne ulaşan mimari eserler arasındadır. Marakeş, asırlar boyunca Fas’ın başkentliğini yapmış, Yûsuf’un adı da bu kente mâl olmuştur (Marakeş kentine Eş-Şehrü’l-Yûsufiyye de denilmiştir). Son olarak, Yûsuf ibn Tâşfîn şahsiyetiyle de İslam dünyasında ideal bir emîr tipinin örneği sayılır. O, bir yandan kuru bir zahidane hayat sürüp derviş-meşrep bir emir olurken, diğer yandan büyük bir imparatorluğu başarıyla yönetebilen ulu’l-emr vasıflarını taşımıştır. Kılıç ve asa’yı birlikte tutabilen ender şahsiyetlerdendir. Adaleti, cesareti, tevazuu ve dine bağlılığıyla ilgili anlatılan menkıbeler dilden dile, dîvânlardan kroniklere geçmiştir. İsmi, başta Mağrib ülkeleri olmak üzere İslam coğrafyasında saygıyla yad edilir. Fas’ta birçok cadde, meydan ve eğitim kurumu onun adını taşır; Marakeş’teki Yûsuf bin Tâşfîn Türbesi yerli halk tarafından ziyaret edilmekte ve tarihi miras bilinciyle korunmaktadır. İber Yarımadası’nın Hristiyan kesiminde bile Yûsuf’un hatırası silinmemiş; İspanyol halk destanı “Cantar de Mío Cid”’de ondan “Moro Alfín” (Mu’minlerin Emiri) olarak bahsedilmiştir. Sonuç olarak, Yûsuf ibn Tâşfîn ardında siyasi birliğini sağladığı güçlü bir Mağrib-Endülüs mirası ve gelecek nesillere ilham veren bir liderlik modeli bırakmıştır. Onun hayatı, Orta Çağ İslam dünyasında azim, inanç ve stratejik dehanın kesiştiği bir kesit olarak tarihteki yerini almıştır.